Sayfalar

20 Mart 2014 Perşembe

Lizbon

20 Mart 2013’te İstanbul’dan uzun bir uçuşla Avrupa’nın en batı ucuna, kaşiflerin ülkesine geliyoruz. Avrupa’dan Atlas Okyanusuna açılan kapısı; tarihin en önemli keşfinin o zamanki adıyla “Yeni Dünya” nın bulunmasına ev sahipliği yapmış ülke; Portekiz. Lizbon Havaalanına indikten sonra Portekiz halkının ne kadar sıcak olduğunu daha havaalanında turist ofisindeki insanların sıcaklığından anlıyoruz. Lizbon’da ulaşım çok büyük bir sıkıntı değil, hele havaalanından şehir merkezine ulaşım çok kolay. Biz havaalanındaki turist ofisinden 2 günlük lisboacard aldık. Kart sayesinde şehir dışı trenler dahil ulaşıma ücret ödemiyorsunuz. Metro’yu kullanarak şehir merkezine ve kalacağımız otele çok yakın olan Rossio İstasyonuna geldik, istasyonun hemen az ilerisinde Praça de Figuiera’da otelimiz.
 
Eşyalarımızı bırakıp vakit kaybetmeden tekrar Rossio Meydanına gitmek üzere kendimizi dışarı attık. Rossio Meydanı ve Praça da Figuira’nın birleştiği dar yolda ufacık bir dükkan var; adı“A Ginginha”. Ginginha aslında bir çeşit vişne likörü. Biraz ekşi, alkol oranıyüksek ama oldukça da güzel.


 
Ufacık dükkan gerçekten kalabalık ve yoğun, herkes hemen orada bir shot alıp içip yoluna devam ediyor, biz de öyle yapıyoruz. Az ilerleyerek Rossio Meydanına çıkıyoruz.

 









Meydanda yüksek bir sütun üzerinde Kral IV. Pedro’nun heykeli yer alıyor. Meydan şehrin en eski meydanı ve toplanma yeriymiş.





Meydanın hemen yan tarafında Rossio İstasyonu var. Garın özellikle kapıları at nalı şeklinde ve çok güzel. İki kapı arasında elinde kalkanı ve kılıcıyla bir adam heykeli var. İstasyonunun içi dışı kadar gösterişli değil ama gerçekten hoş bir istasyon.


Rossio İstasyonu’nun hemen önünden geçen Rua do Ouro Caddesinden az aşağı doğru inince yolun sağ tarafında Elevator de Santa Justa yer alıyor. Aslında bir asansör olan bu yapı şehrin iki önemli bölgesi Baxia ve Bairo Alto’yu birbirine bağlıyor. 1902 yılında yapılan 45 metre yüksekliğindeki asansörün kapısında oldukça uzun bir sıra var. Şansımıza biz sıraya girdikten sonra arkamız kalabalıklaşıyor. 10 dakika kadar sıra bekledikten sonra asansör geliyor aslında bilinenden oldukça farklı büyük bir oda şeklinde asansör 25-30 kişi beraber koltuklu asansörde yukarı çıktığınızda bütün Lizbon’u tepeden görüyorsunuz.



 
Asansörün en üstü çok güzel bir manzara sunuyor güneydeki Tejo Nehrinden kuzeydeki Alameda Bölgesine kadar her yeri görüyorsunuz.

 


Asansörün en üst katındaki terastan köprü ile direkt Bairo Alto’ya geçiyoruz. Köprünün hemen ucunda Convento do Carmo Kilisesi yer alıyor. 1392’de inşa edilen kilise gotik tarzı ile çok güzel ama kiliseyi asıl farklı kılan 1755 yılındaki büyük depremde bir kısmının yıkılmış olması.



 Kiliseye girdiğinizde sadece yan duvarları ve kemerleri yer alıyor. Çatısı gökyüzünden ibaret kilisenin sadece çatısı kapalı kalmış olan kısmı şu anda müzeye çevrilmiş.



Müzenin içinde mezarlar, heykeller, kitaplıklar dolu ama asıl değişik olan müzenin içinde cam kutu içinde yer alan iki mumya. Convento do Carmo’dan sonra hazır buraya kadar gelmişken Sao Roque Kilisesine doğru yürüyoruz. 15 dakika kadar Lizbon sokaklarında yürüdükten sonra bir yokuşun tepesinde Sao Roque’ye geldik.
 
 
Kilise mutlaka uğramanız gereken bir yer. Dışarıdan çok sade beyaz badanalı kilisenin içi tam tersine inanılmaz şatafatlı ve gösterişli. Sao Roque’nin hemen yanından yokuş aşağı bir füniküler salınıyor, adı Elevador de Gloria. Tepeden aşağıya eski, sarı bir vagon ile 10 dakika kadar iniyorsunuz ve hemen şehrin en büyük yoluna, Avenida da Liberdade Caddesine çıkıyorsunuz. Cadde üzerinde Rossio İstasyonuna çok yakın bir durakta füniküler son buluyor.


Rossio Meydanı’nda tramvay durağına gittik, amacımız Belem Bölgesine gitmek, 15 numaralı tramvay sizi Tejo Nehri boyunca gezdirerek Belem’e götürüyor (Lizbon’a yolunuz düşerse mutlaka bu tramvaylara binmek isteyeceksiniz ve binmelisiniz de. Özellikle 28 numaralı tramvayın güzergahı en ünlüsü). Durakta beklerken yol sorduğumuz bir adamla sohbet etmeye başlıyoruz. İsmi Agnelo’ymuş ve aslında Hindistan, Goa asıllıymış, yıllardır Lizbon’da yaşayan Agnelo ile yol boyunca sohbet ediyoruz. Bize ülke ile, şehirle ilgili herşeyi anlatıyor; tarihi, ekonomik durumu, büyük depremi, Salazar Dönemini dinliyoruz ondan. Belem’de tramvaydan indikten sonra da bizi bırakmıyor ve bizi saatlerce gezdiriyor. İlk olarak Jeronimos Manastırı (Mosteiro dos Jeronimos) giriyoruz. 1501 yılında Vasco de Gama’nın seferden dönüşünün anısına manastırın inşaatına başlanmış. İnşaatın harcamalarının çoğu Hindistan’dan getirilen baharatın satışıyla karşılanmış. Bize bunu anlatanın da Hint asıllı birisi olması ayrıca anlamlı.


Yandaki resimde ise Jeronimos Manastırı’nda yer alan Vasco de Gama’nın mezarı ve Agnelo duruyor yanımda.

 

 
Manastırın içindeki sütunlar da dışarısındaki işlemeler de çok zarif ve binanın işlemelerinde ve her yerinde Hindistan ve Afrika’ya ait detaylar görüyorsunuz. Ama bu manastır kesinlikle gündüz gözüyle de görülmeli.
 

Manatırın tam karşınsında Kaşifler Anıtı Tejo Nehrine karşı duruyor. Burası cesur kaşiflerin Tejo Nehrinden kalkarak okyanusa açıldıkları noktaymış ve bugün uzaktan bakıldığında üzerinde bir kılıç ve haç karışımı heykel üzerinde denize doğru yürüyen kaşifler ve din adamlarını taşıyor. Anıtın hemen altında ise zeminde bir dünya haritası yer alıyor.

 
Anıtın hemen ardından Agnelo bizi yürüyerek meşhur Belem Pastanesine götürüyor. Lizbon’un dünyaca meşhur pastanesi. Belem tatlısı adı verilen bir tatlı ile meşhurlar, aslında Lizbon’da bu tatlıyı her yerde görüyorsunuz ama en ünlü ve en güzel yapan yer olarak burası ünlü.






 

Akşam olduğu için pek kalabalık olmasa da ertesi günlerde tekrar geldiğimizde ayakla sıraya geçmiş masa bekleyen 70-80 kişi gördük doğrusu, inanılmaz bir şey.

 


2 adet Belem tatlısı ve 3 kahve için 6 EUR gibi uygun bir ödüyoruz. Bu kadar meşhur bir yer için çok ucuz. Belem tatlısı oldukça çıtır çıtır bir dış katman içine yumuşacık muhallebi benzeri bir tatlı var. Tatlının üzerine tarçın ve pudra şekeri ile dökerek yiyorsunuz. Tatlımızı yedikten sonra Agnelo bizi tekrar tramvaya bindiriyor.





 
Praça do Comercio’da iniyoruz, asıl amacımız meydanı ve meydanın hemen önündeki Lizbon’un alametifarikası Rua Augusta Ark’ını görmek içen bizim gittiğimizde ark tadilatta olduğundan göremiyoruz.Yine de bir fikriniz olması için, normal zamanında ark yandaki gibiymiş, bizim gördüğümüz ise sadece tadilat halinde bir kapıydı ne yazık ki. Lizbon’un en ünlü caddesi Rua Augusta’da  biraz yürüyüp caddeyi kesen Rua da Conceiçao’dan Se Katedraline doğru yürüyoruz.

 
Se Katedrali şehrin ana ve en eski katedrali 1147 yılında inşası başlamış katedral çok zarif bir işçiliğe de sahip. Katedralin önünden yürüyerek asıl gitmek istediğimiz Alfama bölgesine yürüyoruz. Fado, Lizbon’un müziği, şehrin dünyayı keşfetmek için yola çıkan erkeklerine ağıdı…şarkıcının sözcüklerle ağladığı bir balad aslında… Alfama’da yan yana fado müzik yapılan restoranlar olduğu gibi fado müzesi de yer alıyor.





 


Henüz havalar ısınmadığı ve soğuk olduğu için pek kalabalık değil ortalık. Bir restoranın kapısında bizi buyur eden bir adamı dinleyip herhangi bir mekana giriyoruz. İyi ki de girmişiz. Mekanın adını hatırlayamıyorum ama Fado Müzesini bulursanız hemen az ilerisinde yolun karşı tarafında ufak bir meydan var, mekanın kapısı hemen o meydana bakıyor). Bir şişe beyaz şarap ve morina balığı istiyoruz. Portekiz şarapları gerçekten güzel (daha sonra Porto yazımızda değineceğimiz Porto şarabı apayrı bir deneyim ama bunu belirtmeden geçemeyeceğim) balığı ise bizden biraz daha farklı olarak bol sebze ile daha çok buğulama gibi pişiriyorlar mutlaka denenmeli.


 


Çok hoş ve çok farklı bir deneyim fado dinlemek, kimi zaman neşeli, çoğu zaman hüzünlü, kimi zaman kendisi titreyen kimi zaman karşısındakini ürperten bir müzik.



Biz özellikle şarkıcılar içinde beyaz saçlı sesi çatallı teyzeyi çok sevdik. Daha sonra yanımıza iki Amerikalı oturdu, oldukça hoşsohbet ve Amerikalıların tersine oldukça kültürlü olan adamlarla bol
bol sohbet ettik. Daha önce İstanbul’a da gelmişler ve oldukça beğenmişler. Balıklarımız ve iki şişe şarap içip mekan kapanırken artık kalktık oradan. Aklınızda olsun mümkünse ev şarabı için, bence fabrikasyon olan şaraptan çok daha güzel. Zihnimizde Portekiz şarabının tatlı sisi ve kulaklarımızda Portekiz müziğinin hisli dokunuşuyla geceyi bitirdik.






 
 Ertesi gün sabah erkenden Belem’e gitmek üzere yola çıktık, ilk istikametimiz Belem Kulesi oluyor. 16 YY’ın başında Vasco da Gama’nın anısına yapılan kule Tejo Nehri’nin giriş çıkışınıkontrol etmek için yaptırılan kule yüksek ve gösterişli değil hatta tam tersine alçak ve zarif.


Kulenin denizin içine doğru olması ise çok farklı bir hava katıyor kuleye. Kulenin açılış saatini beklerken yarım saat kadar oyalanıyoruz ve açılış saatine yakın her yer turist oluyor.


Bir süre bekleyip kalabalığın ön sıralarında kaleye giriyoruz. Kalenin her yerinden tarih akıyor, denizin içinden yükselip de dünyaya karışmış gibi…
 

Kulenin her yerinde dar koridorlar, ufacık pencereler var. Denizin kenarında minik bir kale gibi aslında kule. Kule tam da görevine uygun olarak Tejo Nehrine sahip ve hakim. Kulenin alt tarafındaki bölümünde ise sıra sıra toplar ufak pencerelere dizilmiş olarak sıralı halen nehri izliyor. Belem Kulesinin 100-150 metre ilerisinde bir akşam önce uğradığımız Kaşifler Anıtı yer alıyor, gündüz gözüyle görmek için oraya gidiyoruz.

 
Gündüz gözüyle gerçekten de Anıt daha güzel. Anıtın hemen karşısında Jeronimos Manastırı’na gidiyoruz. Manastırın gece ışıklandırmasındaki ihtişamı, gün ışığında yerini zarafete bırakmış.

Manastırın ince işçiliğindeki emek yıllara meydan okumuş. Manastırın ana kapısından girince iki yanda iki mezar yer alıyor. Birisi dün gördüğümüz Vasco da Gama’nın, diğeri 15. YY’da yaşamış ünlü Portekiz’li şair Luis de Camoes’in mezarları. Her iki mezar üzerinde de heykelleri uzanıyor.
 

Manastırın dışındaki palmiye, fil işlemeleri gibi manastırın içinde de Hindistan ve Afrika esintileri mevcut, mezarları fil heykelleri taşıyor. İşlemelerle dolu incecik sütunlar, 1755 yılında 100.000 insanın öldüğü Lizbon Depremine dayanmış ve Manastırı ayakta tutmuş.



Manastırın arka tarafındaki bahçesi en az manastırın içi kadar zarif ve gösterişli. Ortasında büyük bir bahçe ve etrafında işlemeli duvarlar mutlaka görülmeli. Bahçeyi saran duvarların içindeki odalar tablolarla dolu, kralların, soyluların, din adamlarının tabloları duvarlardan bugünü izliyor.


 


Tabi ki Belem’e kadar gitmişken her fırsatta Belem Pastanesine uğramalı, biz de öyle yaptık ama dün ikişer tane yiyip de tadını unutamadığımız belem tatlısından 3’er tane istiyoruz (şu an fırsatım olsa 3 tane de değil 5-6 tane yerdim herhalde). Çıktıktan sonra Sao Jorge Kalesi (Castelo de Sao Jorge)’ne gidiyoruz. Milattan önce7. YY’da ilk yerleşimin başladığı kale, 11.YY’da Müslümanların eline geçmiş, 12 YY’da tekrar Hristiyanların eline geçen kale 16 YY’a kadar krala ev sahipliği yapmış.




Şehrin üzerinde tüm şehre hakim kale aslında pek çok parçadan oluşan büyük bir açık hava müzesi. Lizbon’a bir gün yolunuz düşerse ilk gezmeniz gereken yerlerden birisi burası (Şehir dışına çıkacak zamanınız olursa da mutlaka Sintra’ya gitmelisiniz. Sintra kısmını bu yazıda yer vermeyeceğim ama ilerideki zamanlarda onu da yazacağız).
 
Tarihte Arap ve Portekizli askerlerin, kralların gezdiği kalenin şimdiki sakinleri ise tavus kuşları. San Jorge Kalesinden sonra biz Santa Engracia’ya gittik. Zamanınız varsa gidebilirsiniz ama zamanınız kısıtlıysa hiç gerek yok. Oldukça büyük bembeyaz bir bina, içi ise bomboş sadece bazı mozoleler var. Lizbon’da her şehirde birer tane Se Katedrali var, şehrin en eski ve büyük katedrali oluyor bu katedraller. Se, gerçekten eski ve gösterişli ama Jeronimos Manastırının ne yazık ki gölgesinde kalıyor bence ihtişamda. Yürüyerek Rua Augusta’ya geliyor ve yemek için bir yere oturuyoruz.
 

Ben kendi adıma çok merak ettiğim ahtapotlu pilav istiyorum. Bizim tavuk pilav gibi pilav üzerine ahtapot beklerken yandaki gibi       kap içinde suda pirinç ve ahtapot parçaları geldi. Başta ilginç gelse de gerçekten çok güzel bir yemekti. O günü o şekilde bitirip otele dönüyoruz. Ertesi gün hedefimiz trenle yarım saat mesafedeki Sintra şehrine gitmek ama Sintra o kadar güzel bir yer ki orasını farklı bir yazıda anlatacağız. Tüm günü Sintra, Cabo da Roca, Cascais ve Estoril (bu turumuzu farklı bir yazıda anlatacağız)’i gezip akşam Lizbon’a dönüyoruz. Ertesi gün Lizbon’da son günümüz, sadece Porto’dan gidip döneceğimiz günün akşamında bir gece daha kalacağız.

 
Sabah erkenden şehrin sonradan yapılan ilgi odaklarından Parque das Naçoes Bölgesine gidiyoruz öncelikli amacımız Oriente İstasyonundan ertesi gün gideceğimiz Porto biletini almak ve Oceanario’yu gezmek. Oriente’den ertesi gün için biletimizi alıp Tejo Nehri’nin kenarına iniyoruz. Vasco da Gama Köprüsü tüm Tejo Nehrinin üzerinden karşıya ulaşıyor. Köprü dedikse uzunluğunun 17,2 kilometre olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Oceanario aslında bir su tankı, 8.000 tür balık ve 450 tür deniz hayvanını barındıran yapı buraya gelirseniz mutlaka uğramanız gereken yerlerden. Oldukça uzun sırada yaklaşık yarım saat bekledikten sonra içeriye girebiliyoruz. Oceanario’nun bir farklı yanı ise insanların gezdiği bölümler akvaryumlardan daha karanlık bu sayede hem hayvanları rahatsız etmiyorsunuz hem de gördüğünüz her şey daha renkli ve etkileyici oluyor.

 



 
Deniz kaplumbağalarından penguenlere, su samurlarından şakayıklara çok farklı türde pek çok hayvanı bir arada görmek güzel bir deneyim.

 

Hazır hayvanlardan başlamışken şehrin çok daha farklı bir yerinde olan Lizbon Hayvanat Bahçesine gittik. İşte Lizbon’a gelirseniz mutlaka uğramanız gereken bir diğer yer de burası. Türkiye’de hayvanat bahçelerine pek alışık olmadığımızdan çok değişik geliyor bize de.



Yandaki resimdeki yavru maymun çok küçük olduğundan tellerin arasından dışarı çıkmış, yanına yaklaştığımda ise annesi hemen yakalayıp tekrar içeri aldı.


 

 
Hayvanat bahçesinin bir diğer farklı yönü ise tüm bahçeyi gezen bir teleferik olması. Yerden 5 metre kadar yüksekten 15-20 dakikalık bir turla tüm hayvanların kafeslerinin, bölümlerinin üzerinden geçiyorsunuz. Teleferikle gezmek gerçekten zevkli ve buraya gelinirse kesinlikle atlanılmamalı.



 

Çeşit çeşit hayvan gerçek ortamındaymış gibi bir hayvanat bahçesi hazırlanmış. Tabi ki yine kapalılar yine doğadan uzaklar ama en azından ufacık demir kafeslerde değiller.

 
 

Lizbon Hayvanat Bahçesinden çıkınca istikametimiz Praça do Comercio oluyor. Şehrin bir nevi Tejo Nehrine açılan kapısı gibi şehir nerede bitiyor, nehir nerede başlıyor birbirine karışmış durumda. Bu meydanda çok güzel kafeler var, güzel havada mutlaka burada açık bir mekanda oturup sangrea içmeden gitmeyin bu şehirden.
 
Son notlar olarak, özellikle Rua Augusta Caddesinde kestaneciler göreceksiniz, 10 tanesi 2 Avro olarak alıp tadabilirsiniz, üzerindeki beyazlıklar ise tuz aklınızda olsun. Bir de oldukça ekşi ama mutlaka yeşil şarabı deneyin. Koruk halindeki üzümden yapılan bir şarabın ekşi olması beklenemez zaten ama içmedim demezsiniz en azından. Yine Rua Augusta Caddesinde yanınıza yanaşıp kokain gibi uyuşturucu madde isteyip istemediğinizi sessizce soruyorlar, anlamazsanız anlamaya uğraşmayın birisi yanınızda size sessizce bir şeyler soruyorsa yavaşça uzaklaşın.

Lizbon gezilesi görülesi bir yer. Ruhu olan şehirler derler ya, Lizbon kesinlikle o şehirlerden ve fado ile şehrin ruhu sessizliğini bozuyor. Bedeniniz şehirden ayrılırken içinizden bir parça orada kalıyor zira bizim öyle oldu…