Sayfalar

27 Ocak 2014 Pazartesi

Münih

09 Temmuz 2013 Münih. Salzburg’a gitmişseniz Münih’e geçmek çok kolay. Biz de tatil planımıza hemen bu güzel kenti dahil ettik, sık aralıklarla iki kent arasında düzenli tren seferleri var, yaklaşık iki saat sürüyor. Münih rahat yaşam tarzıyla Almanya değil de daha çok bir Akdeniz şehri gibi. Almanya’nın Bavyera Bölgesinin başkenti. Almanya’nın o çok söylenen kuralcı, sıkıcı hayatından pek eser yok burada. Otelimiz, tren istasyonuna (Haupt Bahnhof) beş, on dakika mesafede. Sabah çok erken gelmemize rağmen odamız hazır ve erken check-in yapmamıza izin veriyorlar. Sadece bir günümüz var ve amacımız Münih’in altını üstüne getirmek. Hemen eşyalarımızı bırakıp üzerimizi değiştirdikten sonra notlarımızı alıp çıkıyoruz. O da ne?... Havanın 30-35 dereceye yakın olduğu sıcaklıkta rüzgarı nasıl bulduysam notlarımın bazıları rüzgarla arabaların önüne uçuyor, canımız sağolsun elimizde bol bol notumuz var nasılsa. İlk durağımız Innenstadt, yani kent merkezi. Münih,metro, tren, tramvay, otobüs gibi her türlü ulaşım ağının mükemmel olduğu bir şehir. Kent merkezi ve çevresi ise yürüyerek keşfetmek için ideal.
Merkeze açılan 3 kapı var. Isartor, Karlstor ve Sendlinger Tor. Biz Karlstor kapısından girerek dosdoğru Marienplatz’a çıktık. Burası Münih’in kalbi. Yayaların rahatlıkla gezebildiği geniş bir meydan. Mariensaule (Bakire Meryem Sütunu) ve Fischbrunnen anıtını görüyoruz. Fischbrunnen Anıtını’nın olduğu havuza eskiden çıraklığı biten kasaplar atlarmış. Bakire Meryem Sütunu tabanındaki figürler ise veba, açlık, savaş ve dini temsil atıyor. Sütunun en üstünde Münih’i koruyan ve gözeten Meryem var. Sol kolunda İsa, sağ elinde ise bir asa tutuyor. Meydanda tüm heybeti ile duran ise Altes Rathaus (Eski Belediye Sarayı). Her gün belirli saatlerde (sanırım 12:00) 43 çanı bulunan Glockenspiel’i izleyebilirsiniz. Akşam 21:00 civarı başka bir figür olan melek ve keşisin kutsanması görülebilir.

Meydanda dolaştıktan sonra Marienplatz’da ilerleyip sağ taraftaki pazara giriyoruz. Tipik Avrupa pazarlarından birisi, çiçekçiler, hediyelikçiler ve yemek yenilecek yerlerle dolu. Hemen aklımıza acıktığımız geliyor. Açık havada self servis bir yere oturuyoruz. Tavuk ve bira alıyoruz, o kadar kalabalık ki boş yer bulmak neredeyse imkansız. Soğuk biramız eşliğinde meşhur şnitzeli yiyoruz yanında patates salatası gibi bir garnitür var. Ayrıca ünlü Pretzel’i burada ilk kez deniyoruz. Simite benzeyen ancak susamı olmayan onun yerine iri tuz taneleri olan çörek gibi bir şey. Biraya eşlik etmesi için ilk kez Bavyera bira fabrikaları üretmiş. Karnımızı doyurduktan sonra Münih’te en eski kilise olan Peterkirsche’ye girmekle kalmayıp en tepesine çıkıyoruz. Buradan Marienplatz’a bakmak harika. Altes Rathaus, Frauenkirsche, Neues Rathaus, Oyuncak Müzesi…Hepsini yukarıdan görmek mümkün. Meydanda dolaştıktan sonra Frauenkirsche (Meryem Ana Kilisesi)’ye giriyoruz. İki kulesi ve altın bir kubbesi var. Kral IV. Ludwig’in mezarı burada.



Sıradaki hedefimiz BMW Museum’u görmek. Hemen bilet alıp metro ile dünyaca ünlü motor şeklindeki mimarisiyle meşhur BMW Binası’na geliyoruz. Müze hatiç BMW Welt’teki showroom da harika otomobiller bir bir sergileniyor. İsteyen içine girip iç sistemlerini de inceleyebiliyor.

Karşı yola geçen köprü ile (burası BMW Museum tarafı) Olympia Park’a gittik. 1972 Olimpiyatları için inşaa edilen dev bir spor kompleksi. Üzerine çıkmadık ama televizyon kulesi olan Olympiaturm’dan tüm Münih görülebiliyor. Daha Oktoberfest ve Englısher Garten’in göreceğimiz için fazla vakit kaybetmeden çıkıyoruz. Bu arada 2005 yapımı 1972’de Münih Olimpiyat Oyunlarında yaşanan ve İsrail’li 11 sporcunun ölümü ile sonuçlanan katliamı anlatan Münih filmine gönderme yapmadan geçmek istemiyorum. Metro ile Oktoberfest alanına geliyoruz.

Belki de her yıl dünyanın en beklenen festivallerinden birine ev sahipliği yapan arenadayız. Tabi gittiğimiz ay temmuz, alan boş, ancak oraya kadar gidip o havayı solumazsak bir şeyler eksik kalırdı. Festival, her yıl eylülün son haftası ile ekimin ilk günleri arasında düzenlenen, milyonlarca insanın geldiği ve Münih’i Münih yapan en önemli aktivitelerden birisi. Alanın adı Theresienwiese olarak geçiyor. Meydanda Ruhmeshalle var. Münih’i temsil eden çok büyük bir kadın heykeli. Arkasındaki merdivenlerden çıkıyoruz, Ünlüler Holü olarak geçiyor adı. Pek çok ünlünün büstünü görüyoruz.

Akşam olmak üzere. Metro ile kuzeyde Isar Irmağının kıyısında yer alan o harika park “Englisher Garten”e gidiyoruz. Kentin en büyük bira bahçesi burada, Çin Kulesinin yanında. Hayatımda gördüğüm en büyük park. Hem de şehrin göbeğinde. Bu parka Siegestor (Zafer Anıtı)’dan geçerek girdik. İki tarafında yol olan caddenin tam ortasında olan bu kapı estetiğiyle gözümüze hitap ediyor.



Japonya tarafından hediye edilen Japon Çay Evine de gidebilirsiniz. Parkta bisiklete binenler, piknik yapanlar (bizdeki gibi mangal kültürü asla değil), kitap okuyanlar, güneşlenenler, köpeğini gezdirenler, frizbi oynuyanlarla dolu. Gözüğünüzün alabildiğince (13 kilometrelik) yemyeşil bir dünya düşleyin, kentin oksijen deposu. İşten çıkanlar takım elbiselerle bisiklete binip gelmişler, arkadaşlarıyla bira içip günü bitiriyorlar. Bunları görüp niye bizim ülkemizde de bu kadar yeşil içinde şehirden bir kaçış olmadığına üzülüyorum. Bu arada Amsterdam’dan sonra en çok bisikleti Münih’te gördüm. Parkı dolaştıktan sonra yemek vakti diyoruz ve Çin Kulesinin önündeki bira bahçesinde bulunan banklardan birisine yerleştik.

Biz tavuk alırken, Faruk da kocaman bir kaburga aldı, ne eti olduğunu halen bilmesek de hayatında yediği en lezzetli etlerden birisi olduğunu hala söyler. Yanımızdaki Almanlar bıçakla yemekte zorlandığını görünce kendilerinin normalde elle yediklerini söyleyince Faruk da elle yemeğe başladı. Belki ondan mı bu kadar lezzetli geldi? Buraya kadar gelip de Allianz Arena’yı görmeden dönmek olur mu?Gidişimiz metro istasyonlarından birinin bakımda olması sebebiyle biraz meşakkatli de olsa kısmen metro kısmen otobüs ile dünyaca ünlü münihin stadı Allianz Arena’ya ulaştık,bizimle birlikte gelen bir de Brezilyalı bir aile vardı.Çok sıcaklar hem sohbet ettik hem de anı ölümsüzleştirdik.

Gece merkeze geri döndük, son bir kez daha Marienplatz’ı akşam görerek Avcılık ve Balıkçılık Müzesinin dışında yer alan bronz yaban domuzu ve balık figürlerinin fotoğrafını çektik. Münihte sadece bir günümüz vardı ancak dopdolu geçmesine rağmen bu güzel şehirden bir daha gelebilmek dileğiyle ayrıldık.

26 Ocak 2014 Pazar

Salzburg

08 Temmuz 2013 Salzburg Orta Avrupa seyahatimizin başlangıç noktası Salzburg.08 Temmuz sabahı THY’nin tarifeli uçağı ile yolculuğumuz başladı. Bir saat zaman farkımız var ve yolculuk 2,5 saat sürüyor . İki Haftalık seyahatimiz boyunca ilk ve son durak olarak uğrayacağımız küçük, şirin Avusturya şehri. Havaalanından Şehir merkezine ulaşım otobüs ile sağlanıyor. Metro sistemi yok, zaten şehirde belli başlı görülecek tüm noktalar yürüme mesafesinde. Biz de herkesin yaptığı gibi Mozart havaalanından şehir merkezine otobüs ile geldik hatta otobüste yıllardır orada çalışan ve artık Avusturya vatandaşı da olan bir Türk ile karşılaştık. O anlattı biz dinledik. Otelimiz Mirabell bahçelerinin çok yakınında. Mirabellplatz durağında otobüsten inip otele birkaç dakika yürüyerek ulaşıyoruz. Öğle saatleri olduğu için amacımız tüm eeşyalarımızı otele bırakıp hemen öğlen 15:00 civarı kapanış saati olan Mirabell sarayı ve bahçelerine gitmek.Saraya giremedik ama bahçeleri gezdik. Mozart’ın bir çok eseri barok mimarisi olarak inşa edilen Mirabell sarayında icra edilmiş.Bahçeler alabildiğince düzenli,yemyeşil çimenler,rengarenk çiçekler ve heybetli Roma mitolojisini yansıtan heykeller ile dolu.

Hava çok sıcak,zevkle bu güzel bahçeyi gezip rotamızı Avrupa’nın en iyi korunmuş Ortaçağ şatolarından biri olan Hohensalzburg Kalesine çeviriyoruz.Salzburg şehrinin merkezini Salzach nehri ikiye bölüyor,iki yaka arasında minik köprüler var.Kale tarafı Mirabell sarayının olduğu yakada değil.Köprü ile karşı tarafa geçiyoruz.Geçtiğimiz köprü bizi Mozart’ın doğduğu eve çıkarıyor.Bu meydan hayli kalabalık.Sarı boyalı evin önü fotoğraf çekenler ile dolu.Vakit kısıtlı olduğundan içeri girmedik.

Salzburg demek klasik müzik ve Mozart demek.Tabi bir de enfes Mozart çikolatası.Üzerinde Mozart resmi olan top şeklindeki bu çikolataların tadı harika,her yerde bulmanız mümkün.Kimi kendi adı ile anılan dükkanlarda satılırken ,hediyelik eşya satan dükkanların bir köşesinde bile bulmak mümkün.Kalye çıkmadan enerji depolamak için birkaç tane atıyoruz ağzımıza.

Residentplatz meydanı Salzburg katedrali ve toprak rengi ile sarı renk arasında kalan bir çeşmeye ev sahipliği yapıyor.Bu meydan aynı zaman da festival alanı olarak da kullanılıyor. Meydan da büyük bir sanat galerisi de mevcut.Galerinin önünde at arabaları turistlere şehir turu yaptırmak için bekliyor. Aradan geçerek kaleye doğru giden yola giriyoruz.Kapitelplatz meydanında bir tarafta kale manzarasını gördüğümüz noktanın diğer tarafında Sphaera beliriyor.Altın renginde büyük bir top ve üzerinde ayakta duran bir insan figürü var.Sanırız dünya üzerindeki insan varlığını simgeliyor.

Etrafta küçük seyyar hediyelikçiler var.Hediyelik eşyalarımızı alıp kaleye doğru çıkan ara sokağa dalıyoruz.Kaleye finiküler ile çıktık.19 .yy’dan kalma bu finiküler bizi Festungsberg zirvesine çıkarıyor.Finiküler ve kale girişi 11 euro.Bu noktadan tüm Salzburgu tepeden görebilir ve fotoğraf makineniz ile görüntüleyebilirsiniz.

Kale’ye merdivenlerle çıkıyoruz,içerisi dışarıya göre gayet serin.Kale içinde zırhlar,asker kıyafetleri,orta çağdan kalma işkence aletleri var.Ayrıca kale içinde konserlerde veriliyor.Kale akşam 19:00’a kadar ziyarete açık.Tekrar finiküler ile aşağıya iniyoruz.Bu sefer giderken gördüğümüz ama içine girmediğimiz Salzburg katedralini ziyaret ediyoruz.Mermer ağırlıklı iç mimari sıcak yaz gününde bizi serinletmeyi sağlıyor.Çıkışta Mozart’ın anıtını görüyoruz. Salzburg dar sokaklar,şirin cafeler,güzel dükkanlarla dolu.Çok iyi korunmuş bir sürü ortaçağdan kalma binalar otel veya güzel cafelere dönüştürülmüş.Cafe Mozart’ın önünden geçerek Allstadt sokaklarında şehri soluyoruz adeta.Cafe Tomaselli Avusturya stili cafelerden biri hatta en ünlüsü burada.Papyonlu garsonlar iki katlı cafe’de servis yapıyor.Terastan da giriş kattan da çevreyi kahvenizi yudumlarken izlemek çok keyifli.

Salzburg’da 1858 yılından kalma bir saat var.Çevreyi gezip taş sokaklarda vakit geçiriyoruz.Atıştırmalık bişeyler yiyip gitmeden araştırdığımız Afro Cafe’yi buluyoruz birşeyler içmek için.İçerisi rengarenk,Afrika esintileri taşıyan bir cafe.Enerjik ve eğlenceli.Menülerde cafe konseptini yansıtıyor.

Dışarı çıktığımızda hava biraz serinlemişdi,şehrin biraz da ışıklı halini görelim dedik ,nehir kenarında gece bar-cafelerin olduğu kısmı dolaştık ve otele geri döndük.Ertesi sabah Münih yolculuğumuz erken başlayacaktı.Salzburg kentini bölmemek için Viyana dönüşündeki notlarımızdan da bahsetmek istiyoruz.İstanbul’a dönüşümüz Salzburgatan olacağı için bir gün önceden kente tekrar geldik.Üstelik kent bu sefer daha da hareketliydi.Çünkü Salzburg festivali başlamıştı.Her yerde yerel kıyafetli orta çağdan fırlamış gibi gezinen çiftler,gençler,şarkılar söyleyip eğleniyorlardı.Akşam Residentplatz meydanında klasik müzik konseri dinledk,insanlar ayakta müzik dinliyorlar,yorulanlar ise sağda solda buldukları yerlere oturanlar ilgiyle festival programını izlediler.Dönmeden bir gece önce bu festivale tanık olduğumuz için çok şanslıydık.Güzel bir akşam geçirdik.Mum ışıkları ile yerel kıyafetlerini giyen bir topluluğun geçişlerini izledik.Ertesi sabah dönüşümüz öğlen saatinde de olsa nehrin karşısına geçip gitmeden kente veda edelim dedik,her yeri bir kez daha dolaştık. Bu arada köprü üzerinde olan kilitlerden bahsetmeden Salzburg’dan gitmeyelim.Yüzlerce çeşit kilidi köprülerde görebilirsiniz.Eskiden boşanmanın arttığı dönemde yeni evli çiftler seçtikleri kilitleri beraber bu köprülere takar kilidini de nehire atarlarmış.Böylece ayrılmayacaklarına inanırlarmış.Renagarenk kilitler köprülerde adeta bir çiçek bahçesi gibi.

Nehir boyunca gidip,elişi hediyelikler ,camdan figürler,tablolar sıra sıra dizilmiş.Turumuzu noktalayıp havaalanına geldiğimiz gibi otobüs ile dönüyoruz.Aklımızda Mozart tınıları ile.

23 Ocak 2014 Perşembe

Kiev

26 Nisan 2013 Cuma akşamı iş çıkışı, THY’nin tarifeli uçağı ile Kiev’ e doğru yola çıkıyoruz. 2 saatlik uçuşun ardından Kiev Boryspil Havaalanına iniyoruz. Havaalanından şehir merkezine metro vb. gibi bir hızlı ulaşım olmadığından kalacağımız apart otel ile daha öncesinde anlaşıp bizi havaalanından almalarını sağlıyoruz. Şoför sıcak kanlı ve muhabbet etmeye hevesli ama ne yazık ki İngilizcesi pek el vermiyor. Yarım saatlik yolculuk boyunca çat pat daha önce İstanbul’a geldiğini ve her yerde kedi olduğunu unutamadığını söylüyor bize. Zeynep’in uzun uğraşları sonucu otelimiz daha doğrusu apartımız şehrin merkezine oldukça yakın ve oldukça güzel. Kiev’de normal şehirlerdeki gibi oteller pek yok, genelde stüdyo daire kiralama şeklinde yani apartlarda kalabiliyorsunuz. Bizim için de ilginç bir deneyim oluyor apartta kalmak zira ne tam anlamıyla bir lobi var ne de resepsiyon. Bizi odamıza yerleştiren bayan kapınızı kitlemeyi unutmayın diyor sadece, daha sonra da bir daha kimseyi görmüyoruz zaten. Kaldığımız daire 1+1 şeklinde ve oldukça güzel, daha da önemlisi şehir merkezine çok yakın olan Prorizna Caddesinde (Merak edenler için otelin adı Theatre Boutique Apart- Hotel).Otelin baktığı avludan ve girişinden ilk izlenimimiz tedirginlik gibi olsa da dairenin içi harika. Odamıza yerleştikten sonra zaman kaybetmeden hemen dışarı çıkıyoruz. Şehrin ünlü caddesi Khreschatyk Caddesinden yürüyerek Turuncu Devrim’e ev sahipliği yapan Nezalezhnosti Meydanına geliyoruz. Oldukça büyük meydanda yol üzerinde sol tarafta yer alan kapı üzerinde çok güzel siyah bir melek heykeli yer alıyor. Meydanın diğer tarafında ise oldukça yüksek bir sütun üzerinde muhtemelen ülkeyi temsil eden bir kadın heykeli bütün meydana yukarıdan bakıyor.
Kiev oldukça kuzeyde ve henüz Nisan ayı olmasına rağmen şansımıza yolculuğumuz boyunca hava oldukça sıcak oluyor. İlk akşam meydan ve civarını dolaşıp bol bol fotoğraf çekiyoruz. Meydan ve sokaklar oldukça kalabalık ve ışıl ışıl. Bir restorana giderek şehrin adını da taşıyan kiev tavuğu istiyoruz. İçinde sebzeler olan, panelenmiş, oldukça çıtır, güzel bir yemek. Geceyi sonlandırıp sabah erkenden kalkmak üzere otele geri dönüyoruz. Her zaman olduğu gibi merkeze kısmen uzak yerlerden başlayıp yürüyerek Shevchenka Bulvarına çıkıp yol üzerindeki St. Volodymyr’s Katedraline geliyoruz. Kiev’in belki de en güzel yanı kiliseleri ve bence kiliselerin en güzeli de bu katedral oluyor.

Sapsarı boyalı katedrale girince hayatımda gördüğüm en etkili ve güzel duvar resimlerini görüyorum. Kapının hemen üstünde siyah kızıl kanatları, bembeyaz yüzü ve simsiyah gözleri ile Cebrail duruyor. Katedralden çıktıktan sonra ara yollardan şehrin eskiden giriş kapısı olan Golden Gate (Zoloti Vorota) ‘e ulaşıyoruz. Şehrin en turistik yerlerinin başında 1017 yılında yapılan kapı geliyor. Kapı demişken sadece bir kapıdan ibaret değil yapı, oldukça büyük, çeşitli katlardan oluşan ahşap ve tuğla birleşimi bir yapı. Mutlaka görülmesi gereken yerlerden.

Altın Kapı’dan sonra yürüyerek meydana yakın St.Sophia Katedraline gidiyoruz. Şehirdeki tüm tapınaklar genelden farklı olarak rengarenk. St.Sophia Katedrali de renklerden payını almış. Bembeyaz katedralin kubbeleri yemyeşil iken kulesi ise mavi. Her şehre mümkünse eğer tepeden bir bakmak lazım. Bu nedenle biz de kulenin tepesine doğru tırmanmaya başlıyoruz. Oldukça yüksek kuleye kenarlarına bezler bağlanmış çanların yanından geçerek çıkıyoruz. Kulenin en yüksek noktasına geldiğimizde manzaramız Mykhailivska Meydanı ve Mickhailivsky Manastırı oluyor. İki tapınağın masmavi kuleleri aralarındaki tek fark Michailivsky Manastırı kulesi daha koyu renk ve daha kısa.

St.Sophia Katedralinin ardından Michailivsky Manastırına doğru gidiyoruz. Bu sefer kulesi gibi mavi bir manastır karşılıyor bizi. Manastıra tekrar dönmek üzere girmeden çıkıyoruz. Bir süre yürüyerek Dnipro Nehrini tepeden gören St.Andrews Kilisesine görmek amacımız. Yokuş bir caddenin en tepesinde yeşil kubbeleri beyaz kibar dört sütunu ile kilise büyük değil fakat zarif. Kilisenin olduğu cadde üzerinde onlarca hediye dükkanı yan yana yer alıyor.

Hediyelikçilerin arasından tepenin diğer tarafına; Kontraktova Meydanı’na iniyoruz. Amacımız ülkenin başına gelen en büyük felaket olan Çernobil Kazasına adanmış müzeyi görmek. Daha kapıdan girmeden önce kapının önündeki o döneminden kalma ambulans ve panzer içeride nasıl bir şeyle karşılaşacağımızı anlatıyor. Kazanın olduğu 1986 yılından görüntüler ekranlarda dönerken kaza hayatını kaybedenlerin eşyaları ve resimleri arasında dolaşıyoruz. Müzedeki en etkileyici yer tamamen kazada ölen çocuklara ayrılmış olan oda oluyor. Kazanın olduğu 26 Nisan 1986’da 4.000 kişi kaza nedeniyle ölürken 2004 yılına kadar dolaylı yollarla kaza nedeniyle ölenlerin sayısı 1 milyonu bulduğu söyleniyor. Hal böyle olunca da bir oda baştanbaşa kazada ölen çocukların resimleriyle dolu oluyor. Müzeden çıktıktan sonra tekrar Michailivsky Manastırına yöneliyoruz. Manastır çok büyük bir arsa üzerinde onlarca bina ve farklı müzelerden oluşuyor. Manastırda dev bir çan insanların önünde kurulmuş ve çan vurulurken insanlar çana dokunuyor. Çan her vurulduğunda oluşan titreşim oldukça değişik. Manastırın bahçesinde yer alan en ünlü bölüm meşhur Micro-Miniatur Müzesi ve bizim istikametimiz de orası oluyor. Özel bölümler içinde yer alan mikroskop benzeri bir dürbünle eserlere bakılabiliyor. Çıplak gözle baktığınızda dürbünün ucunda hiçbir şey göremiyorken dürbünle baktığınızda toplu iğne üzerindeki satranç takımı, dikiş iğnesi içinde deve kervanı veya bir saç teli içindeki gül motifi gibi çok değişik şeyler insanı şaşırtıyor. Eserleri yapan sanatçının adının da Mykola Syadristy olduğunu söyleyelim bu arada.

1.000 yıllık olduğu söylenen manastır oldukça büyük olduğundan gezmek de bir hayli zamanımızı alıyor. Manastırdan çıktıktan sonraki durağımız muhteşem Rodina Anıtı (Mother Ukraine) oluyor. Komünist dönemden kalma heykel çok etkileyici. 102 metrelik devasa boyutlarda kadın heykeli bir elinde kılıcı bir elinde üzerinde orak-çekiçli kalkanıyla Kiev'de gördüğümüz en etkileyici manzara oluyor.

Heykelin çevresinde komünist döneminden kalma heykeller, tanklar, uçaklar yer alırken çiçeklerle süslenmiş mavi ve sarı iki tank Rodina ile Dnipro arasında duruyor. İki tank sert komünist ciddiyetinde iki ufak gülümseme gibi duruyor. Akşam yemeği için otelimize yakın şehrin merkezinde bir yere gidiyoruz. Ne yediğimi hatırlamıyorum ama yemekten önce tadını merak edip istediğim havyarlı sushinin tadı hala aklımda. Kırmızı havyarın dil üzerinde bıraktığı his oldukça farklı ve lezzetli. Kiev’in meşhur gece hayatını görmek için yemekten sonra ilk olarak şehrin en meşhur mekanı Arena Club’a gidiyoruz. Giriş için kişi başı 70 USD gibi nispeten fahiş bir rakam istiyorlar ve karar vermek için mekanın içine de bakmamıza da izin vermiyorlar. Biz de oradan çıkıp bir başka ünlü mekan Vodka Bar’a gidiyoruz. Nezalezhnosti Meydanında tam da sütun anıtın yakınında yer altında bulunuyor. Başta yer altında olduğuna şaşırsak da daha sonra şehrin genelinde alış veriş yerleri, mekanlar soğuk havalar nedeniyle yerin altında olduğunu anlıyoruz. Bara saat 21:00 gibi ilk girdiğimizde çok az insan varken ilerleyen saatlerde mekan tamamen doluyor. Gece geç saate kadar aynı takılıp Kiev’de son gecemizi bitiriyoruz. Sabah erkenden kalkıp Michailivsky Manastırı ve St.Andrews Kilisesine gidiyoruz. Amacımız hediye dükkanlarını gezmek. Eski Rusya döneminden kalma gaz maskeleri, madalyalar, Lenin heykelleri her yerde. Daha sonra gezmeye ara verip Khreschatyk Caddesinde yemek için bir yere oturuyoruz. Birayla beraber hayatımda yediğim en güzel sosisi yiyorum burada. İçinde peynir parçaları olan çok lezzetli bir sosis. Şehrin görmediğimiz yerlerini de görmek üzere son bir tur daha yapıyoruz ve Dynamo Kiev’in stadını da görüyoruz bu arada. Ara yollardan şehrin biraz daha doğusuna çıkarken bir sonraki durağımız Canavarlar Evi (House of Chimeras) oluyor. Canavarlar Evinin önünde yan yana onun üzerinde Ukrayna bayrağı yer alıyor.
Evin her duvarından, her köşesinden gergedanlar, ahtapotlar, canavarlar sarkıyor. Mimarinin 6 sanattan birisi olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Canavarlar Evinin arkasında yer alan merdivenler aşağıya doğru indiğimizde rengarenk tahtadan paskalya yumurtalarıyla dolu bir park çıkıyor karşımıza. Gökkuşağı gibi yumurtalar ağaçlardan, demirlerden, her yerden sarkıyor. Bu renklilik ve curcuna insanın yüzünü güldürüyor. Uçak saatimiz yaklaştığından ve havaalanına gidiş tam bir muamma olduğundan uçuştan saatler önce yola çıkıyoruz. Metro ile otogar durağına gidip oradan kalkan minibüslerle havaalanına iki saate yakın bir sürede ulaşıyoruz. Şehir hakkında ilave not düşmek gerekirse her yerde yer alan kiliseler insanlarla dolu,ilginç olan ise Kiev’li bayanların mini etek ve göğüs dekolteleri ile kiliseleri başlarında eşarplarla ziyaret etmesi. Böyle bir ülke de kiliselerin fazlalığı tam bir tezat oluşturuyor ,güzel bir hafta sonu geçirerek Kiev gezimizi noktalıyoruz.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Atina

8 Mart 2013’te fiziken yakın ruhen uzak ülke Yunanistan’ın başkenti Atina’ya doğru yola çıkıyoruz. THY uçağı ile Cuma akşamı Atatürk Havaalanından bir saatlik uçuş sonrası gece Atina Elefterios Venizelos Havalanına iniyoruz. Havaalanı şehrin oldukça dışında olduğundan otelimizin yakın olduğu şehir merkezine yani Syndagma Meydanı’na yolculuğumuz yaklaşık bir saat sürüyor. Syndagma Meydanına geldiğimizde dikkatimizi ilk olarak önünde bekleyen askerleri ile Parlamento Binası çekiyor. Oldukça büyük, sade ve eski olduğu belli olan bina gösterişten uzak fakat etkileyici. Gecenin etkisi ile meçhul asker anıtını tam göremiyoruz ertesi gün tekrar görmek üzere otele gidiyoruz. Kaldığımız otel Plaka bölgesinde, söz konusu bölge mutlaka görülmesi gereken ve Akropol’ün hemen altında yer alan bölge. Akropol’e bu denli yakın olduğundan otel terasından muhteşem Akropol manzarası görülüyor. Turuncu renkleriyle Olympos gibi ölümlülere yukarıdan bakıyor. Geceyi değerlendirmek adına Plaka’ya yakın gece hayatı ile meşhur Psyrri’ye gittik. Özellikte taşıt trafiğine kapalı Ermou Caddesinden yürüdük bu sayede hem mağazalarla dolu bu hareketli caddeyi görmüş oluyoruz hem de Kapnikarea adlı 11. yy’dan kalma küçük ve şirin kiliseyi. Psyrri, Ermou Caddesinin sonunda yer alan Monastraki bölgesinin hemen arkasında yer alıyor. 15-20 dakikalık bir yürüyüşle bölgeye ulaşıyoruz. Bölgenin ve dahi şehrin her tarafı grafitiler ve duvar yazıları ile dolu. Gördüğümüz en punk şehir oluyor Atina bu görüntüsüyle. Fakat aradan aylar geçtikten sonra, geziparkı olaylarından sonra anlıyoruz ki eylemlerin şehirler üzerindeki süsleriymiş duvar yazıları ve grafitiler ve Atina bu süslerden payını fazlasıyla almış… Gençlerin daha çok sokaklarda içki içip, sohbet ettiği bölgede “Beer Time” diye bir bara oturuyoruz.


  Çalışanlar çok sıcak ve yardımsever, barda bir süre takılıp biramızı içip patatesimizi yiyoruz. Yunanistan’ın damak tadımıza hitap edeceğini herhangi bir barda yediğimiz patates, üzerine serpiştirilen baharat ve yanında servis edilen sos sayesinde ilk günden anlıyoruz. İlk gün için en etkileyici şey, Ermou Caddesindeki Kapnikarea ve Yunanistanlıların güler yüzlülüğü oluyor. Ertesi gün, sabah erkenden merkeze en uzak yerlere gitmek üzere yola çıkıyoruz. İstikametimiz, Exarhia Bölgesindeki Ulusal Arkeoloji Müzesi oluyor. Müzeye giderken ünlü Eolou Caddesi üzerinde yer alan Et & Balık Pazarına uğruyoruz. Alışık olmadığımız şekilde her yerde asılmış domuz kafaları, hayvanların parçaları ilginç geliyor bize (Zamanınız varsa uğranılması gereken yerlerden birisi). Yol üzerinde Yunanistan Merkez Bankası’nın da bulunduğu iş merkezlerini görerek dünyaca meşhur Arkeoloji Müzesine geliyoruz. Müzede zengin Yunan tarihinin kalıntılarını geziyoruz. Altın Agamemnon Maskesi müzenin en meşhur parçası olsa da bence Poseidon heykeli çok daha etkileyici.

Müzeyi iyice gezdikten sonra aynı yoldan Syndagma’ya doğru yürüyoruz. Ulusal Kütüphane ve Akadhemia yolun kenarında bembeyaz ve göşterişli karşımıza çıkıyor. Akadhemia’nın önündeki yüksek bir sütunun üzerinde Athena heykeli şehre kendi ismini verdiğini göstermek ister gibi herkese yukarıdan bakıyor. Syndagma Meydanına geldiğimizde Grand Betagne Otelinin altında yer alan kafenin, şehrin en iyilerinden birisi olduğu belli. Amacımız Yunanistan’ın meşhur frappesini içmek. Frappe sade / az şekerli / şekerli olarak servis ediliyormuş, sadesi oldukça sert bu nedenle zevke göre seçmekte fayda var. Mönüde bir de Yunan kahvesi yer alıyor, Türk kahvesi ile karşılaştırmak için ondan da istiyorum, farkı anlayamıyorum zira aynı tat.

Syndagma meydanında Parlamento Binasının önüne geliyoruz, saat başlarında asker değişimi olduğunu öğrenince beklemeye karar verip, meçhul asker anıtını ve nöbet bekleyen askerleri görüyoruz. Nöbet değişimi saatli gelince, bir komutan ve iki asker yolda beliriyor. Çok farklı bir adım sıralaması ve atım atış tarzı ile 3-4 dakikalık bir sürede nöbet değişimini gerçekleştiriyorlar. Tam da bu anlarda parlamento binası önünde toplanan 100 kişilik genç bir grup sloganlar atarak hükümeti protesto ediyor fakat herhangi bir polis müdahalesi olmuyor.
Nöbetçi değişimini izledikten sonra, şehrin tam merkezinde yer alan Ulusal Bahçeler’e giriyoruz. Şehrin tam göbeğinde içinde yapay göller, botanik bahçesi vb. olan kocaman bir bahçe. Bahçeden çıktığımızda tam karşımızda Zeus Tapınağı yer alıyor. Ne kadar eski ve kadim olduğu her halinden belli olan tapınaktan sadece sütunlar ayakta kalmış. Tapınak saat 15:30’da kapandığı için giremiyoruz. Tapınağın hemen az ilerisinde Panathenaic Stadyumuna ilerliyoruz. Stadyum, tamamen mermerden yapılmış bembeyaz, devasa bir yapı.
Oradan görmek istediğimiz bir başka yer olan İlk Mezarlık (Proto Nekrotafio)’a yürüyerek gidiyoruz. Zamanınız varsa mutlaka görülmesi gereken başka bir nokta. Yol beklediğimizden uzun ve hava beklediğimizden sıcak olduğundan biraz zorlanıyoruz. Ama gördüğümüz en güzel, en bakımlı mezarlıklardan birisi. Mezarlığın her yerinde bulunan çiçekler ve heykeller insanların ölülerine olan sevgi ve saygısını gösteriyor. Mezarlığın içinde Yunanistan’ın en çok ziyaret edilen mezarına “Uyuyan Kız”a gidiyoruz. 16 yaşında ölmüş ama heykelinde hala uyuyan bir kız.

Mezarlıktan çıkınca tramvay ile yol üzerinde Hadrian Kemerini görerek Syndagma’ya oradan da metro ile Atina’nın denize açılan kapısı Pire’ye gidiyoruz. Pire biraz hayal kırıklığı oluyor, evler ve birkaç restoran dışında pek bir şey yok. Zaman kısıtlıysa gitmeye çok da değmeyebilir. Pireden sonra Atina’ya dönerken akşam olduğu için yemek için Plaka’ya gidiyoruz. Gittiğimizde öğreniyoruz ki Akropol’ün hemen eteklerinde yer alan restoranlardan oluşan Plaka’da Akropol’e zarar verir diye müzik yayını yasakmış. İsmi bizim topraklardan Byzantine adlı bir yere oturuyor ve hayatımızda yediğimiz en lezzetli çipurayı yiyoruz. Deniz balığı olduğu her halinden belli olan yemeğimizi uzo eşliğinde yiyoruz. Uzo her ne kadar rakıya benzese de arada bence fark çok. Öncelikle uzo, rakıdan çok daha yumuşak bir içki. Öyle ki uzoyu su koymadan sadece buzla çok rahat içebiliyorsunuz. Ücretler çok makul ve yemekler gerçekten çok lezzetli. Yemekten sonra Plaka’dan Monastraki’ye giderken 14-15 yaşında çocukların ellerinde siyah sprey boyayla güvenlik kameralarını boyadığını görüyoruz. Atina gerçekten punk ve eylemde olan bir şehir. Yolda Roma Meydanı ve Hadrian Kütüphanesini görerek günü bitiriyoruz.

Ertesi sabah erkenden istikametimiz nihayet Akropol oluyor. Çok güzel ara sokaklardan yürüyerek Akropol’ün güney kapısından giriyoruz. Yüksek bir tepenin en yüksek yerinde Akropol yer alıyor. Tepeye doğru binlerce yılda binlerce insanın yürüdüğü yollardan çıkıyoruz. En tepeye çıktığımızda ilk gördüğümüz uzakta Agora ve hemen yanımızda Nike Tapınağı oluyor. Uzun merdivenlerden yürüyerek devada Akropolis’i görüyoruz. Bu halini görünce binlerce yıl önceki ihtişamına akıl erdiremiyorum doğrusu. En tepeye çıktığımızda öncelikle Erectheion’a gidiyoruz. Karyatidlerin yani kadın şeklinde sütunların taşıdığı tapınak gerçekten insanda tapınma isteği uyandıracak kadar güzel. Sonra Akropol’ün en temel binası olan Parthenon Tapınağı’nı geziyoruz. Yapı, Yunan tarihten bir parça değil adeta Yunan tarihinin kendisiymişçesine mağrur ve gösterişli. Akropol’de bir iki saat geçirdikten sonra Akropol Müzesine giderek Karyatidlerin orijinallerini görüyoruz. Orijinalleri replikalarından bile daha etkileyici. Akropol’den sonra ikinci tarihi önem arzeden Agora’yı geziyoruz. Eski ve güzel Agora her ne kadar Parthenon’dan küçük olsa da daha estetik ve zarif. Müzede gezdikten sonra Monastraki Meydanına gidiyoruz, müzik yapan insanların ve sayısız hediyelik dükkanı bulunuyor. Hediyelik için mutlaka uğranılması gereken kalabalık çarşıdan biz de hediyeliklerimizi alıp yemek yemek üzere açık havada bir yere oturuyoruz. Güler yüzlü garsondan kebap istiyoruz ve bizde verilenden porsiyon olarak çok daha fazla et olan kebabımızı yiyoruz. Hem daha büyük hem daha lezzetli kebap aynı zamanda da daha ucuz. Bu güzel kentte son bir tur atmadan ayrılmayalım düşüncesiyle turistik trene binip Atina’yı baştan sona bir turlamaya karar verdik, tam Agora bölgesindeyken trenden gerçek anlamda atlıyor ve kalabalık caddelere dalıyoruz. Kafe ve restoranların sıra sıra dizildiği caddede dolaşırken canlı müzik olan bir tanesine girip şarap istiyoruz. Saat öğlen 2:00 olmasına rağmen kafeler ağzına kadar dolu ve insanlar sürekli eğleniyor. Sirtaki eşliğinde yiyor, içiyor, eğleniyorlar. Bir saat kadar orada zaman geçirdikten sonra Syndagma Meydanından metro ile havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Hatıralarımızda kalan ise Yunanlıların yaşamayı, yemeyi ve içmeyi ne kadar sevdikleri ve bunu ne kadar da iyi yaptıkları oluyor.

17 Ocak 2014 Cuma

Sankt Petersburg

18 Ağustos 2012, Ramazan Bayramı arifesinde Rossiya Havayolları ile Atatürk Havaalanından yola çıktık. Yaklaşık 3 saatlik bir uçuş ve 2 saatlik zaman farkıyla sabah saat 06:00 gibi şehrin havaalanı olan Pulkova Havaalanına indik. Tur şirketinin düzenlediği kısa turda şehrin başlıca yerleri olan; Saint Isaac Katedrali, Dökülen Kanlar Kilisesi, Auorora Kruvazörü, Hermitage Müzesi vb. yerleri kısaca gördük. Kehribar ağırlıklı ürünler ,çeşit çeşit matruşka bebekler gibi hediyelik eşya satan büyük bir mağazada sabahın 8’inde votka ve likör ikramıyla güne Rus tarzı merhaba dedik. Genel turun ardından merkezin biraz dışında Moskovskaya’da yer alan otelimize yerleştik. Eşyalarımızı bıraktığımız gibi tekrar dışarı çıktık. Otelin hemen önünde 2.Dünya Savaşı anıtı yer alıyor, şehrin savaş sırasında yaşadığı sıkıntılar nedeniyle yapılan anıtta kuşatmanın sürdüğü tarihler yazılı. Savaş sırasında şehir Alman askerleri tarafından kuşatıldığında şehrin adı Leningrad’mış. Şehir 1941-1944 yılları arasında 29 ay kuşatma altında kalmış. Kuşatmada 800 bin sivil olmak üzere 1 milyondan fazla insan ölmüş. Ölümlerin çoğu açlık ve soğuk nedeniyle gerçekleşmiş. Otelden çıkıp yaklaşık on dakikalık yürüyüş mesafesinde bütün şehri kuşatan metro ağına ulaşıyoruz, yürüdüğümüz yol boyunca kominizm esintisi halinde yolun iki yanında birbirinin eşi binalar yol boyu uzanıyor. Şehrin asıl merkezi olan Nevsky Prospect Caddesine en kolay ulaşımı metroyla sağlıyor ve direkt caddenin adını taşıyan durakta iniyoruz. Metrolar Rusya'da eski fakat oldukça hızlı. Aradaki mesafe 4-5 durak. Uçağımız sabah çok erken indiği için ilk günümüzde gezmek için halen bolca vakit var. İlk olarak metro durağının hemen karşısında yer alan Kazan Katedraline giriyoruz. Roma’daki Saint Pietro kilisesinden esinlenerek inşa edilen Yarım daire şeklinde, oldukça büyük katedral dev sütunlarla desteklenmiş. Kominizm döneminde ibadete kapatılıp müzeye dönüştürülmüş. İç mekanı oldukça ferah.
Katedrali gezdikten sonra Nevsky Prospect caddesinde ilerleyerek Neva Nehrine ulaştık, caddenin bittiği, yerde nehrin diğer yakasında karşımıza Vasilevsky Adası çıktı. Ada ile anakara arasında sadece 100-150 metrelik bir köprü yer alıyor. Şehir kanallarla örülü olduğundan aslında adalardan oluşan bir yapıda ve adaları birbirine bağlayan onlarca belki yüzlerce küçük küçük köprü var şehrin genelinde. Sağ tarafımızda Hermitage Müzesi, Saraylar Meydanı ve Alexander Sütunu yer alıyor. Biz ilk olarak göreceli uzak olan Vasilevsky Adasına geçtik (gece saat 01:00’den sonra Neva Nehri üzerindeki köprüler kalktığından adaların anakarayla bağlantısı kesiliyor ve köprülerin açılışlarını izlemeye bir hayli insan geliyormuş). Adada yer alan Zooloji müzesine giriyoruz ilk olarak. Şehirde müzeler oldukça çok ve ucuz, bu nedenle müzeler oldukça kalabalık. Fakat söz konusu kalabalık turistlerden oluşmuyor, %90’ından fazlası Ruslar. Zooloji Müzesi dışında gezdiğimiz tüm diğer müzelerde de aynı şeyle karşılaşıyoruz. İnanılmaz çok sayıda, bir sürü farklı türden doldurulmuş hayvanın yanında dünyada tek olan bebek mamut mumyalarını da görüyoruz müzede. Bazılarında doğal ortamlarından bir kare alınarak camekan içinde canlandırma yapılmış, bazıları ise tür tür ayrılarak bir alan içinde toplanmış, kiminin gözlerine bakmak sanki yaşıyor hissi uyandırıyor içimizde.

Müzeden çıktıktan sonra, hemen yanda yer alan Kunstkamera Antropoloji Müzesine geçtik. Müzeyi gitmeden araştırmıştık ve çok görmek istiyorduk. Bu yapının dünyanın en eski müze binası olduğu söyleniyor. Asıl adı Kunstkamera Antropoloji ve Etnoğrafya Müzesi olup,içinde farklı kültürlerden 2 milyona yakın sanat eserini saklayan müze, daha çok içinde barındırdığı anatomi bölümüyle ilgi odağı haline gelmiş. Çar Petro'ya ait koleksiyonun özelliği, çarın çeşitli yerlerden topladığı anormal insan kalıntılarından oluşması. Kunstkamera’nın kelime anlamı ‘Meraklar Odası’. Rusya’nın ilk müzesi olarak kabul ediliyor. Çar Petro genetik bilim çalışmalarını Hollanda'dan anatomi uzmanı Dr. Ruysch'u getirterek sürdürmüş. Ruysch'nın 300 yıl önce gerçekleştirdiği genetik deneyler kavonozlarda sergileniyor. Sergide kavanozların içinde, sıvılarda saklanan iki kafalı veya bacakları yerine kuyruğu olan bebek ve cenin karşımı şeyler, cüce iskeletleri gibi iç karatıcı ama bir o kadar ilginç parçalar var.

Sergiden çıktıktan sonra, Neva Nehri’nin kenarından yürümeye devam ederek, şehrin koruyucuları olan Peter & Paul Kalesinin olduğu, aslına bakarsak kaleden ibaret adacığa doğru yürüdük. Gerçek anlamda bir kaleye benzemiyor aslında daha çok surlarla çevrili çok yüksek kuleli bir kiliseye benziyor. Katedralin çan kulesi dünyadaki en uzun ortodoks çan kulesi. Altın rengi kulenin üstünde 4,5 metre boyunda bir melek ve haç heykeli mevcut. Hava oldukça güzel olduğu için surlar ile adayı çevreleyen nehir arasında kalan çimenlikte insanlar güneşleniyor, dinleniyor. Bu haliyle şehrin herhangi bir Avrupa şehrinden hiçbir farkı yok. Kaleden ayrılıp tekrar yürüyerek Nevsky Prospect Caddesine geliyoruz amacımız Saint Isaac Katedralini görmek. Caddeden ayrılarak Neva Nehri kenarında yaptığımız 10-15 dakikalık bir yürüyüşle katedralin önüne geliyoruz. Şehrin simgelerinden birisi olan “Bronz Atlı” heykelinin arkasında altın rengi kubbesiyle katedral yer alıyor. Çok büyük ve gösterişli katedralin yekpare dev sütunları arasındaki kapısına gidiyoruz.

Çok kalabalık olduğundan içeri girmekten vazgeçiyoruz. Güzel havayı fırsat bilip (yılın sadece ortalama 30 gününün güneşli olduğu bir kent düşünülürse) nehir ile katedral arasında yer alan parktan ayakkabı ve çoraplarımızı çıkarıp nehir kenarına kadar yürüyoruz. Nehir kenarında yer alan Bronz Atlı heykeli şehrin kurucusu Büyük Petro (bizde Deli Petro olarak bilinir)’ya ait. Heykelin hemen önünden kalkan bir tur teknesine biniyoruz. 25-30 kişilik üstü açık bir teknede, yan yana dizilmiş sandalyelere diğer insanlarla beraber oturuyoruz. Şehir nehir ve kanallardan oluştuğu için (şehrin %30’u) söz konusu turlar şehirde sürekli olarak düzenleniyormuş. 45 dakikalık turda şansımıza hava çok güzel geçiyor (sonraki günlerde hava nedeniyle böyle bir şansımız olamazmış). Çok yorgun olduğumuzdan turu uyur-uyanık tamamlıyoruz. Tur bittikten sonra tekrar Nevsky Prospect’e ve Saraylar Meydanına yürüyoruz. Amacımız Hermitage Müzesi (Eski Kışlık Saray)’ni görmek ama artık geç olduğundan kapanmıştır derken sadece haftanın o günü sarayın geç saate kadar açık olduğunu görüyoruz (sanırım 21:00). Saray eskiden kraliyet ailesinin kışın yaşadıkları saray iken şu anda Avrupa’nın en büyük müzelerinden birisi olarak kullanılmakta. Söylenceye göre, müzede yer alan her eser önünde 2 dakika beklenirse müzeyi gezmek 10 yıl alırmış. Müzede elinize müzenin bir haritası veriliyor, iyi ki de veriliyor zira harita verilmese müzeyi gezmek mümkün değil. Müzede, Mısır mumyalarından Da Vinci tablolarına, şövalye zıhlarından Rodin heykellerine kadar pek çok dönemden pek çok eser var müzede. Girdiğimizde müzenin kapanmasına 2,5 saat kaldığı için biraz koştura koştura da olsa geziyoruz müzeyi ama kaçırdığımız yerler de oluyor ne yazık ki, mesela ortaçağ şövalyelerini görmeyi çok istememize rağmen unutmamız gibi. Da Vinci’nin Lida Madonna’sı, Raphael’in tabloları ve Michalengelo’nun heykeli en fazla ziyaretçi çeken eserler. Müze kapanırken çıkıyoruz artık. Müze aynı zamanda saray olarak kullanıldığı dönemde Aurora Kruvazörü ’nün sarayı bombalaması ile Bolşevik Devrimi’nin de başladığı yer olması ile ayrı bir önem taşıyor. Çıktığımızda saat gece 10:00-11:00 olmasına rağmen hava halen biraz aydınlık. Daha gezmek istememize rağmen tüm yorgunlukla o gün otele geri dönüyoruz.

Ertesi gün, hedefimiz şehir merkezinden 30-40 km dışarıda bulunan Peterhoff Sarayı. Saray, çarlık zamanında yazlık saray olarak kullanılıyormuş. Hermitage Müzesinin hemen önünden kalkan hızlı teknelere biniyoruz. Su yüzeyinden hafif yükselerek giden çok hızlı tekneler bunlar. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra saraya ulaşıyoruz. Limandan saraya ulaşmak bile neredeyse yolculuk kadar sürüyor, bunun nedeni ise sarayın çok meşhur devasa bahçesi. Denizden saraya kadar uzanan upuzun kanal bahçeyi ikiye ayırıyor. Kanalın tam saraya ulaştığı yerde onlarca altın renkli heykel fıskiyelerden oluşan sudan bir göğün altında duruyor. Fıskiyelerden her yöne doğru sular fışkırırken tam ortada bir aslanın ağzını elleriyle ayıran Herkül heykeli duruyor. Aslanın ayrılmış olan ağzında gökyüzüne doğru su fışkırıyor. Herkül’ün on görevinden birisi olan Nemean aslanını öldürme görevini gösteren heykel aynı zamanda İsveç Kralını yenen Rus Çarı anısına yapılmış.

Bahçede saatlerce dolaşsak bile tamamını dolaşamayacağımızı düşünürken, bahçede belirli bölgeleri gezen bir tekerlekli tren tarzı araç görüyoruz. Arka arkaya 5-6 vagonun bulunduğu bu arabalar bahçede hızlı bir tur imkanı sağlıyoruz. Yaklaşık yarım saatlik bir turda hayatımızda o ana kadar gördüğümüz en yeşil bahçeyi görüyoruz bahçeden çok orman gibi. Turun ardından yürüyerek dolaşmaya devam ederken “şakacı çeşme”yi görüyoruz. Şakacı çeşmede 5-6 çocuk sırılsıklam oyun oynuyorlar, çevrelerindeki taşların arasından sular bir anda fışkırarak ıslatıyor onları. Bir süre dolaştıktan sonra tekrar hızlı tekneyle şehre dönüyoruz. Saraylar meydanındaki turist bürosuna uğrayıp ertesi gün planladığımız Katherina Sarayı Puşkin Kasabasına nasıl gideceğimizi öğreniyoruz. Rus Müzesine doğru yürüyoruz, Rus ressam ve heykeltıraşların eserlerinden oluşan Rus tarihine göre düzenlenmiş müze, çok güzel ve çok zengin olmasına rağmen Hermitage Müzesinin gölgesinde kalmış gibi. Eserler çok güzel ve muazzam. Bizim ülkemizde hiç böyle müze bulunmamasına rağmen bir Rus şehrinde böyle iki muazzam müze bulunması ve daha da önemlisi bu müzelerin hep Rus ziyaretçilerle dolu olması ülkemizi düşündürüp üzüyor bizi. Müzenin hemen önünde ünlü Rus şairi Puşkin’in heykeli var. Heykelin olduğu yer şairin silah düellosu sonucu öldüğü yermiş. Daha sonra, şairin düellosunu yapmadan hemen önce son yemeğini yediği kafeyi görüyoruz. Puşkin’in son yemeğini yediği masa ünlü şaire ayrılmış ve şairin heykeli halen masada yemek yiyor.

Rus Müzesinden çıktıktan sonra kısa bir yürüyüşle Dökülen Kanlar Kilisesi’ne ulaşıyoruz. Kilise, Rus mimarisinin soğan kubbeleriyle süslenmiş rengarenk bir yapı. Binanın ne kadar renkli olduğunu düşünürken içine girince anlıyoruz ki iç taraf, dış tarafını bile gölgede bırakacak kadar renkli. Her duvar en ince ayrıntısına kadar işlenmiş ve her taraf aziz resimleriyle dolu. En ortadaki büyük kubbenin içinde Hz.İsa’nın, diğer kubbelerde ise Hz.Meryem ve diğer azizlerin resimleri işlenmiş. Kilise, adını tam bu noktada bir çarın suikasta uğrayarak ölmesinden almış. Kilisenin tam karşısında yer alan hediyelik eşya pazarına uğruyoruz kiliseden çıkınca, mutlaka uğranması gereken bir nokta. Pazardan hediyeliklerimizi aldıktan sonra şehrin en ünlü yemeği Borçka çorbası içmek için bir restorana giriyoruz. Pancar ve etle yapılan çorba inanılmaz lezzetli, özellikle çorbanın üzerindeki krema çok güzel bir tat veriyor çorbaya.

Ertesi gün dün turist ofisten öğrendiğimiz şekilde Puşkin Kasabasına doğru yola çıkmak üzere Moskovskya’ya gidiyoruz. 39 numaralı dolmuşa binerek 35-40 km kadar yolumuz var. İki kişi 5 TL kadar bir para veriyoruz yol için. Minibüste İngilizce bilen kimse olmamasına rağmen bir şekilde bize yardımcı oluyorlar ve doğru yerde, Katherina Sarayı’nda iniyoruz. Saray oldukça büyük ve masmavi. Rusya’da Çariçe Katherine çok sevilen ve büyük bir insan olarak anılıyor. Saraya girdiğimizde sabah turlarının alındığını öğlenden sonraki tura katılabileceğimizi öğreniyor ve bahçeyi dolaşmaya karar veriyoruz biz de. Bahçe çok büyük ve güzel olduğundan sarayın açılışına kadar olan 3-4 saatte ancak gezebiliyoruz bahçeyi. Bize verilen haritayla bahçedeki ufak saray ve anıtları arayıp bulması daha bir zevkli oluyor. Bahçedeki gölün hemen yanında yer alan üzerinde büyük bir kartal olan obelisk Çeşme Zaferinden sonra Ruslar tarafından zaferin anısına dikilmiş. Saatlerce bahçeyi gezdikten sonra saraya girmek üzere büyük çoğunluğu Ruslardan oluşan bir sıraya giriyoruz. Saraydaki en meşhur yer Kehribar Oda. Odadaki tüm duvarlar kehribarlarla süslenmiş, hatta odada yer alan melek heykelleri bile kehribardan yapılmış. Sarayın bir diğer dikkat çeken yeri ise balo salonu. İnanılmaz büyüklükte tavanı tamamen resimlerle süslü sarayın bir duvarı tamamen ayna ile kaplı. Bu sayede salon olduğundan da büyük görünüyor. Saraydan çıkıp köyün içlerine ilerleyerek biraz zor da olsa dolmuş buluyoruz. Sankt Petersburg’a geldiğimizde dolmuş duraklarının hemen önünde elinde şapkasıyla kocaman bir Lenin heykeli yer alıyor. Moskovskya’dan tekrar metroyla şehir merkezine gidiyoruz, amacımız elimizde haritalarla şehri doğaçlama dolaşmak. Sokaklarda Singer Binası, Petrogonoff Sarayı, Aslanlı Köprü, Griffinli Köprü vb. gibi şehrin simgeleşmiş yapılarını görüyoruz. Şehrin her yerinde hediyelik eşya dükkanları var ve şehrin en ünlü hediyelik malzemesi ünlü kehribarı. Her yerde kehribardan yapılmış hediyelik eşyalar yer alıyor. En son olarak şehrin artık kuzey taraflarında kalan Neva Nehri kenarında yazlık saraya da giriyoruz. Havanın kararmaya başladığı 22:00 civarında heykellerle dolu saray bahçesi sarayı gezenlerle dolu. Mutlaka görülmesi gereken ama çok da ön planda olmayan bu yeri de gördükten sonra o günü de bitiriyoruz.

2 Ocak 2014 Perşembe

İlk adımını atma sebebindir, yeni yerlere gitmek istemen... Ve o adımı atmaya devam etmektir, sana Dünyayı gezdiren...Her yüzün aynı gülümsemediğini, her yemeğin aynı tatta olmadığını, her "merhaba" nın farklı olduğunu anlamaya çalışmaktır...sadece SEN'in değil BİZ'im bu dünya üzerinde yürüdüğümüzü görmektir... Biz, gerçek BİZ'i görmek için çıktık yola, doğası, kültürü, yemeği ve şarabı ile tanımak için...ve elimizden geldiğince yazdık BİZ'de gördüklerimizi.