Sayfalar

20 Şubat 2014 Perşembe

Hallstatt

Dünyada görülmesi gereken 100 yerden biri.UNESCO Dünya kültür mirası listesinde ve Avrupa’nın bilinen en eski yerleşim yerlerinden biri. Dünyanın en eski tuz madeni burada. Tam 7000 yıllık. Burası ‘’Hallstatt’’.  Adeta cennetten bir köşe.
Hallstatt bir Avusturya köyü ve ulaşım biraz meşakkatli. Viyana’dan yada Salzburg’dan ulaşabilirsiniz. Ancak direkt ulaşım yok, biz Viyana’dan Salzburg’a geçerken aktarmalı tren seferi ile buraya ulaştık. Attnang  Pucheim’de  aktarma yapıyorsunuz ve aktarma süresi kısıtlı ve indiğiniz yerden hemen başka bir istasyona geçmeniz gerekli, trenler bu istasyonda çok bekleme yapmadığı için  kaçırma ihtimaliniz var. Ayrıca gidiş dönüş biletinizi mutlaka alın çünkü Hallstatta ineceğiniz tren istasyonu küçük bir odadan oluşuyor bilet alabileceğiniz bir gişe yokJ Trenle gelirken harika dağ ve göl manzaraları görmek yolculuğumuzu zevkli kılıyor. Trenden  inince ,köy gölün karşısında kaldığı için her tren saatinin gelişine yakın küçük bir tekne sizi istasyona almaya geliyor küçük miktarda bir ücretle köye göl üzerinden geçiyorsunuz. Dönüştede merkez yerden kalkan tekneler tren saatine yakın sizi tekrardan istasyona götürüyor. Bileti köye giderken tekneden alabilirsiniz, dönüşte ise bilet satış yerinden. Saatleri mutlaka not alın inince.
 
 
 
Tekneden gördüğümüz görüntü enfes. Kıyı şeridine yerleşmiş birbirinden şeker evler,çiçekli bahçeler gözümüzü okşuyor. Burada huzur ve sükûnet var. Eminim epey uzun yaşıyordur burada oturanlar.
 
 



Tekneden inip köye  ilk geldiğimizde bavullarımızı tren istasyonundaki o küçük odada bırakmadığımıza pişman oluyoruz orada ben tereddütte kalıp kilidi bile olmayan odada bırakmaktan vazgeçtim, bagajlarımız kaybolur diye . Halbuki vardığımızda turist infoyu bulmamız çok zor oldu.Çünkü kimse İngilizce bilmiyor ve bavullarla sıcakta bayağa yürümek zorunda kaldık.Sonunda bularak 2-3 euro gibi bir ücret karşılığından bavullarımızı tourist infonun içinde yer alan bir yere bıraktık.Sanırım kapanış saati 18:00 civarı olduğundan sizi bavullarınızı almanızda geç kalmamanız için uyarıyorlar.Zaman kaybını dengelemek için görünüşü bizi büyüleyen sokak ve evleri dolaşmayı sonraya bırakıp önce 7000 yıllık tuz mağarasına gitmeye karar veriyoruz.
Burası dünyanın en eski tuz mağarası.7000 yıllık olması sanırım herkesi etkiler .Daha da etkileyen bir şey varsa insanların bu kadar yüksekte olan bir yere binlerce yıl öncesi ulaşması ve tuz çıkartabilmesi. İnsan hayretler içinde kalıyor, yukarı füniküler veya merdivenle çıkabilirsiniz ancak merdivenle çıkılması çok güç. Çünkü çok dik ve gerçekten epey mesafe var.
 

Biz aşağıdaki gişeden füniküler ve içeri giriş biletimizi alıyoruz. Giriş bileti füniküler dahil bir kişi 26 Euro. Ucuz değil ancak buna değeceğini düşünüyoruz.İyi ki de gitmişiz.Teleferikle çıktığımız yer meğerse tırmanışımızdan bir önceki aşamaymış .Dahada yürüyerek biraz daha tırmanacağız.Görüntü şahane.





Patika gibi bir yoldan çıkıp nihayet geliyoruz.İngilizce tur olan saati bekleyip hediyelik eşya satan küçük bir girişin olduğu yerde bekledikten sonra rehberimiz geliyor ve içeri giriyoruz.Dışarıda 30 derece sıcaklık var ancak mağaraya girdiğimizde üşümememiz için bize madenci kıyafetlerinden beden ölçülerimize göre dağıtıyorlar ve içerisi gerçekten çok serin. Kıyafetlerimiz hepimizi eğlendiriyor,kimine kırmızı kime yeşil kimine yamalı olanlar denk düşüyor.Bütün eşyalarınızı kilitli numara verilen dolaplara bırakıyorsunuz.

 
Mağaranın girişine geliyoruz ve dar bir tünelden içeri yürümeye başlıyoruz.Bu kadar başarılı bir anlatım olacağını tahmin etmezdim gerçekten çok iyi hazırlanmış slaytlarla dünyanın oluşumundan tuz mağarasının oluşumuna kadar,gelen işçilerin çalışmasını herşeyi mağaranın o karanlık ortamında harika ışıklı ve hareketli bir gösteri şeklinde sundular.Ardından bir sürpriz bizi bekliyor aslında biz buraya gelmeden bunu denemek için özellikle geldik de diyebilirim. İşçiler aşağıya daha hızlı inebilsinler diye tahta kaydıraklar yapılmış bizde bunlardan kaymak harika olur diye düşündük.Faruk önde ben arkada oturduk tahta kaydırağa,kendimizi bırakıverdik çok eğlenceli.O anımız kameraya yakalandı.
 
 
 
Tuz kütlelerinin olduğu kısma geliyoruz ve bir slayt gösterisi daha başlıyor.Dağ işçilerinin mağarayı bulmaları,buraya gelip çalışması müzik ve renkli çöp adamların çizimleriyle sunuluyor.Mağaranın duvarlarında tuzlara dokunabilirsiniz.


 
 
 
 
Ve bir sürpriz daha bekliyor bizi.Tuz mağarası gezimiz bitti ve tam geldiğimiz yoldan mı geri döneceğiz acaba diye düşünürken bizi tahtadan bir trene bindiriyorlar ve tren o kadar hızlanıp bir tünele giriyor ki gerçekten soğuğu yüzümde hissediyorum ve başımızı öne eğiyoruz çok dar bir tünel bu, ayaklarımızda spor ayakkabı olmasına rağmen soğuğu iyice hissetmeye başlamışken bir anda gün ışığında buluyoruz kendimiziJ dışarısının sıcaklığı içimizi ısıtıyor.

 
 
Hayatımda en eğlendiğim anlardan biriydi. Buraya o kadar gelmek istemiştim ki herhalde içime doğmuş bu kadar mutlu olacağımı hissetmişim.

Füniküler ile aşağıya iniyoruz,artık gidiş saatimize kadar kasabayı gezmek amacımız.Çevremde nereye baktıysam süslü bahçeler,çiçek bahçesi olan camlar, tam hayalimdeki ev modelleri. Evler de, dükkanlar da çok bakımlı.






Mağaradan merkeze gelirken geçtiğimiz yolun sağ tarafı tamamen göl manzaralı.Fotoğraf çekimi için insanlar tahtadan yapılan korkuluklarda birbirini bekliyor.Göle girdik su serin. Kuğular yanımıza geldi. Allahım gerçekten cennetteyim sanırım.



Kasabaya gölden gelirken dikkatimizi çeken protestan bölge kilisesine (Evangelical Parish Church)’e giriyoruz.İçerisi sade.Dıştan narin.18.yy.da inşa edilmiş ve yapımı beş yıl sürmüş.




Çok acıktığımızın farkına varıyoruz. 1000 kişinin yaşadığı bu küçük köy-kasabada Dönerci baba olmaz mı? Adı başka bir şeydi ama bir büfede Avusturyalı bir kadın dürüm yapıyor tavuk dönerden. İçinin malzemesi çok bol.Fakat çok susatıyor bizi,ama çok lezzetli geldi .

Sıradaki noktamız Kemikli Ev(Beinhaus).Merdivenlerden çıkıp varıyoruz buraya. Kapıda biletimizi alıp içeri giriyoruz sonra geri toplanmak üzere orayı anlatan bir kağıt veriliyor. Sınırlı mezar alanı sebebiyle ölüler geçici olarak toprağa gömülür ve 10-15 yıl sonra kemikleri toplanıp güneşe beyazlamaları için bırakılırmış ve Beinhaus’ta dekoratif şekilde sergilenirmiş. Kafatasları üzerinde yer alan 4 değişik sembol bulunuyor ve aile adları yazıyor toplam 1200 adet kafatası var.70’li yıllarda Katolik kilisesi ölülerin yakılmasını serbest bırakınca bu uygulama durdurulmuş.





Yukardan manzaraya bakıp aşağıya iniyoruz.




Artık gitme vaktimiz yaklaşıyor botla istasyona geçeceğimiz için kaçırmak istemiyoruz, orada beklemeye karar verip banklara oturup etrafımızı izliyoruz. Yediğimiz yemek bizi çok susatınca kana kana gitmeden meydandaki çeşmeden su içelim bari dediğimizde , Türk bir çift ile karşılaşmamız bize yok artık dedirtiyorJ

Bu güzel kasaba adeta Avusturya’nın incisi. Giderken belki bir daha göremem diye üzüldüğüm yerlerden. Seni unutmayacağım Hallstatt. Bir daha gelirsem eğer ,kesinlikle göl manzaralı dağ evinde kalacağım.
 


15 Şubat 2014 Cumartesi

Lyon

29 Mart 2013 tarihinde, Portekiz gezimizden Türkiye’ye dönüp hemen Lyon’a doğru yola çıktık. Portekiz gezimizi henüz sayfamızda yayınlamadık ama önümüzdeki günlerde yayınlayacağımızı da buradan belirtelim. İstanbul’dan THY’nin tarifeli uçağı ile Lyon’a doğru yola çıkıyoruz. Şehri en başta havaalanının adı için seviyorum; Saint-Exupery. Bence dünyanın en güzel ve saf kitaplarından birisi olan Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupery’nin doğum yeri olan şehir havaalanına da aynı zamanda pilot olan yazarın adını vermiş. 3 saatlik uçuştan sonra öğleden sonra havaalanına iniyoruz. Gümrükte şehirle ilgili yaşadığımız tek sıkıntıyı yaşıyoruz; Fransız polisinin kaba tavrı canımızı sıkıyor. Gümrükten geçtikten sonra metro ile şehir merkezine geliyoruz. Şehir, Fransız iş dünyasının en önemli şehirlerinden ve Fransız gastronomisinin merkezi. Lyon’da şehrin tarihi bölümü Saone nehrinin hemen yanında yer aldığı için bu bölgeye yakın bir otelde kalmakta fayda var. Bizim otelimizin yeri de Zeynep’in yoğun çalışmaları sayesinde çok çok iyi bir yerde. Saone nehrine 1-2 dakika mesafede ve Saone ve Rhone nehirlerinin arasında kalan bölgede yer alıyor.



Otele yerleştiğimiz gibi hemen çıkıp Saone Nehri ve meşhur Notre Dame de Fourviere Bazilikasına doğru yürüyoruz. Saone Nehrini geçtiğiniz gibi zaten old-city kısmına yakınsınız, Fourviere Bazilikasının bulunduğu tepenin hemen ayağında eski kent yer alıyor. Arnavut kaldırımlı daracık yolları ve sıra sıra dükkanları ile şehrin bu kısmı çok güzel. Lyon daha önce de yazdığım gibi bir gastronomi şehri olduğundan yollarda “bouchon” adı verilen ufak restoranları her yerde görmek mümkün. Mutlaka birisine girip yemek yemelisiniz, pişman olmazsınız.


Hava kapalı olmasına rağmen yağmur yağmıyor şansımıza. Eski kentin içine doğru ilerliyor ve nehrin hemen yanında yer alan St.Jean Katedraline geliyoruz. Katedral Avrupa’nın en sakin meydanlarından birisi olan Bellecour Meydanı’nda yer alıyor. Meydanda XIV. Louis heykelinin tam karşısındaki katedral bembeyaz ve ihtişamlı ama önündeyken bile hemen arkamızdaki tepede yer alan Notre Dame de Fourviere’nin gölgesinde kalıyor. Kilisenin içi dışından da gotik, resimler, heykeller ve kilise içindeki detaylar gerçekten etkileyi
ci.





Kiliseden çıktıktan sonra füniküler benzeri bir raylı sistemle tepeye doğru çıkıyoruz.





Notre Dame de Fourviere tüm şehrin üstünde Olympos’taki tanrıların Atina’ya baktığı gibi Lyon’a bakıyor. Rengarenk ve gösterişli bazilikanın içinde en sevdiğim detay sütunların tepesinde yer alan ve sütunların yüzlerini oluşturan aziz heykelleri oluyor. Binanın her yerinden bir detay fışkırıyor. İnsan hiç sıkılmadan sadece detaylarla inceleyerek iki gününü geçirebilir burada. Havanın iyice kararmış olması nedeniyle buradan ayrılıp tekrar eski kent kısmına indik. Dar sokaklarda dolaşırken iyice acıktığımızdan bir bouchon’u gözümüze kestirip girdik ve sonra iyi ki de buraya girmişiz dedik doğrusu.

Gerçekten çok lezzetli yemekleri, güzel yüzlü garsonu ve aşçısıyla mutlaka öneriyoruz burasını. Mekanın adı Le Vieux Lyon ve adındaki gibi eski kentin hemen merkezinde, ana cadde üzerinde yer alıyor. 8-10 masanın olduğu mekanda bizden başka 3-4 masa daha oturuyor. Duvarlarda yer alan retro posterler ortama farklı bir hava katıyor. Ben yıllardır çok merak ettiğim için ilk olarak salyangoz siparişi veriyorum.
 
Salyangoz tamamen temizlenmiş halde, halen sıcak, ufak ufak haznelerden oluşan değişik bir tabakta geliyor. Her haznede bir salyangoz yağ ve soslar içinde pişirilmiş. Tadı beklediğimden de güzel, hatta Zeynep de iki tane yiyor. Buraya giderseniz aklınızda olsun mutlaka deneyin. Bir şişe kırmızı şarap ve yemekleri sipariş ediyoruz. Ben adını hiç duymadığım bir yemek ve Zeynep de biftek söylüyor. 


 

Garson biz beklerken birer bardak şarap getiriyor ve biz hayatımızdaki en güzel şarabı içiyoruz orada. Garsona sorduğumuzda kadehe önce 1/3 oranında böğürtlen şurubu 2/3 kırmızı şarap koyduğunu söylüyor ve göstermek için masamıza getiriyor şişeleri de. Her ne kadar ikisinden de alıp ülkemize götürmek istesek de sırt çantası ile geldiğimizden yanımıza alamıyoruz ama ülkemizde böğürtlen şurubu buluruz asıl zor olan iyi ev şarabı bulmak. Benim seçtiğim yemek soslu, açık renkli bir sosis geliyor. 

Sosisin içinde farklı olarak işkembe parçaları da bulunuyor. Çok değişik ve oldukça lezzetli bir yemek yiyorum. Zeynep’in bifteği ise iyi pişmiş ve yanındaki patates püresi oldukça güzel. Tatlı olarak da tart yiyoruz. Yemekleri ne kadar beğendiğimizi söyleyince göbekli bir aşçı çıkıyor mutfaktan, her ne kadar İngilizce bilmediklerinden garson ve aşçıyla anlaşamasak da çok seviyoruz onları. Bizim Türk olduğumuzu öğrenince o çok beğendiğimiz böğürtlen şuruplu şaraptan birer bardak daha ikram ediyorlar. Daha sonra otelimize yakın bir pubta tekrar oturup otele geçmeden birer bira daha içiyoruz. Ertesi gün sabah erkenden Notre Dame de Fourviere Bazilikasına gitmek üzere kalktık.


Bazilikaya gitmeden bizim de uğradığımız Bartholdi Çeşmesi mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Dört atın bağlı olduğu bir arabayı süren kadın heykeli. Daha sonra Bellecour Meydanı’na iniyoruz. XIV. Louis Heykeli’nin bulunduğu meydan çok büyük, tozlu ve tenha. Pek vaktiniz yoksa benim fikrimce gitmeye değmez. Eski kente doğru giderken yol üzerinde bir pazara uğrayıp çeşit çeşit peynir ve zeytinleri görüyoruz. Avrupa’nın neresinde olursa olsun pazarlar gerçekten gezilmesi gereken yerler.

Eski kentin içinde uğramanız gereken farklı bir yerin adı da Mandragore. Aslında burası bir dükkan ve ortaçağa ait zırhlar, kıyafetler, takılar, hediyelikler satıyorlar. Eski kentte mutlaka uğramanız gereken bir diğer durak ise Minyatür ve Sinema Müzesi (MuséeMiniature et Cinéma). Sinemanın mucidi Lumiere Kardeşlerin evi olan bu şehirde sinema müzesinin bulunması da bir sürpriz değil elbette.

Müze, isminden de anlaşılacağı gibi iki kısımdan oluşuyor. Müzeye ilk olarak sinema bölümünden başlıyorsunuz. Aslında tema sinemadan çok görsel efektler. Müzede en güzel bölüm en başta sizi karşılayan “Koku” filminin sahnelerinin gösterildiği bölüm oluyor. PatrickSüskind’in kitabını yıllar önce okuyup çok beğenmeme rağmen sinema filmi benim için tam bir hayal kırıklığıydı ama sizi filmin içine sokan bu odalar inanılmaz etkileyici. Sahne sizi sadece görsel olarak değil koku olarak da içine alıyor zira odanın köşesine yığılmış güllerden heryere koku yayılıyor. Gerçekten orada o sahnede, kitabın kahramanının olduğu yerdesiniz. Hatta bir sonraki odada yerde sargı bezlerine sarılmış bir cesedin olduğu cinayet sahnesini de görüyorsunuz. Sadece koku filmine ayrılmış bu şekilde 4-5 oda geziyoruz.


Sonraki odalarda filmlerde kullanılan kıyafetleri görüyorsunuz. Yandaki resimlerde Gladiator filminde kullanılan kıyafetleri görüyorsunuz. Aşağıda da sinema bölümünden bazı resimler size müze ile fikir verebilir.















Ardından müzenin minyatür kısmı başlıyor. Ufacık bir kutuya sığdırılmış dünyalar…Her an ufacık kapısı açılıp içeriye insan girecekmiş gibi gerçek duran odalar, restoranlar, berberler, dükkanlar. Minyatür odaların ne kadar küçük olduğunu görebilmeniz için cama elimizi koyup da resim çektik.



Düşünebiliyor musunuz burası ufacık bir minyatür oda ve bu odalardan onlarca var. 













Şehirde mutlaka uğranılması gereken ve bizim de uğradığımız bir diğer yer ise şehrin bir başka alametifarikası olan kuklaları için açılmış olan Kukla Müzesi oluyor.


Çok çeşitli kuklaların yer aldığı müzede kuklanın bir kültür olduğunu görüyoruz. Müzede karşımıza bir sürpriz de çıkıyor, Dünya Kuklaları bölümünde bizim uzun zamandır unuttuğumuz ve yok olmakta olan Hacivat karşılıyor bizi. Bizim unuttuğumuz değerlerin çok uzak yerlerde karşımıza çıkması ne acı…


Lyon’daki son günümüzde son yemeğimiz için hiç yemediğim bir şey yemek istiyorum ve bir bouchona girip kaz ciğeri sipariş ediyorum. Tadı biraz ağır ve yağlı ama mutlaka denenmesi gereken bir yemek. 














Daha sonra sonunda Notre Dame de Fourviere’ye çıkıyoruz. Kilisenin bir kubbesi üzerinde altın renginde bir Meryem Ana şehri izliyor diğer bir kubbenin üzerinde ise Cebrail bir ejderhayı öldürüyor.















Kiliseyi tekrar iyice gezip, kilisenin önündeki terasta yandaki resimdeki manzarayı izleyip çay içiyoruz. Yavaş yavaş havaalanına doğru yollanırken bir şeyden eminim ki Lyon'da iki şeyi özleyeceğim; şarabını ve yemeklerini…