17 Mayıs 2014’te 19 Mayıs
tatilinin de Pazartesi’ye denk gelmesini fırsat bilip 3 gün için özgürlükler
şehri Amsterdam’a gittik. Yolculuğumuzu Lufthansa ile yaptık. Öncelikle
belirtmemiz gerekir ki Almanlar’ın dakikliği inanılmaz. Gidişte Münih’ten 1,5
saat, dönüşte Frankfurt’tan 50 dakika aktarma olmasına rağmen bizi zamanında uçaklarımıza rahatlıkla yetiştirdiler. Doğrusu Lufthansa
Emirates’ten sonra bindiğimiz en iyi havayolu oldu bu gezi sayesinde. Sabah 5:45 uçağı
ile önce Münih oradan da aktarma ile toplamda 3-3,5 saatte Amsterdam Schiphol
Havaalanında ’da olduk.
Amsterdam güneşle karşıladı bizi
ve bize çok güzel 3 gün sundu. Schiphol Havaalanından şehir merkezine ulaşım
çok kolay, havaalanı aslında aynı zamanda bir tren istasyonu ve sadece
Amsterdam’a değil, gerek Hollanda’nın gerekse Avrupa’nın başka şehirlerine
giden trenler için de bir durak. Havaalanından 20 dakikalık bir yolculukla
Amsterdam Centraal’e geliyoruz. İstasyon gerçekten çok kalabalık ve sürekli
devam eden bir hareket var. İstasyondan yolun karşıya geçince şehrin en önemli
caddelerinden Damrak Caddesi çıkıyor karşımıza. Cadde istasyondan başlayıp Dam
Meydanı’na kadar gidiyor, cadde üzerinde hediyelik dükkanları, oteller,
kafeler, turizm acenteleri yol boyunca yer alıyor. Biz aklımızda olduğundan
hemen bir acenteye dalıp ertesi gün için Brugges’e tur satın alıyoruz. Bu arada
aklınızda olsun Amsterdam’a kadar gelirseniz ve zamanınız varsa Brugges’e
mutlaka uğrayın. Günübirlik tur bedeli kişi başı 80 EUR ve her acentede fiyat
aynı. Acenteden 10 EUR ücretle tekne turu da aldık.
Damrak Caddesinin devamında Dam
Meydanından sonra Rokin Caddesi başlıyor. Otelimiz Dam Meydanında olduğundan
eşyalarımızı bırakıp hemen tekrar şehri gezmeye devam ediyoruz. İki caddeden de
birkaç resim aşağıdaki gibidir.
Bu arada Amsterdam, dünyanın en
özgür şehri olarak bilinir ki bu kesinlikle doğru. Hafif uyuşturucu gibi pek
çok şey ülkede devlet kontrolünde serbest. Sonuç mu, hiç de dejenere olmuş,
batağa batmış bir ülke yok karşımızda. Gayet ekonomisi güçlü, kültür ve eğitim
seviyesi yüksek bir ülke var. Yani adamlar alkolle, uyuşturucuyla, özel hayatla
değil eğitimle ilgilenmişler. Darısı başımıza diyelim.
Müzeler
bölgesine yakın Rembrant Meydanı ve Leidsplein Meydanı da mutlaka uğramanız
gereken bölgelerden. Yan yana kafe ve barlardan oluşan meydanlar, oldukça
hareketli. Biz de bu meydanlardan Rambrant Meydanına gidiyoruz ilk olarak,
Rambrant Meydanına yakın çiçek pazarı bulunuyor. Mutlaka uğramaya çalışın.
Yanyana dizilmiş çiçekçiler, hem lalelerden, böcek kapan bitkilere kadar çok çeşitli bitkilerin satışını yapıyor hem de özellikle laleler olmak üzere çeşitli bitkilerin tohumlarını satıyorlar. Biz çiçek pazarından sonra daha fazla aşağılara inmeden tekrar Dam Meydanı tarafına çıktık.
Dam Meydanından, tren garının
olduğu bölgeye gidiyoruz. Amacımız, tur teknelerinden birisine binmek. Tur
teknelerinin büyük kısmı bu bölgeden kalkıyor. Önceden söylemekte fayda var,
tekne sırası inanılmaz kalabalık oluyor. Biletleri önceden aldığımız halde,
biletle binmek için bile oldukça uzun bir sıra beklemeniz gerekiyor.
Bu arada gezdiğimiz yerlerde
görmediğimiz bir fast-food yerine rastlıyoruz Amsterdam’da. Adı Febo olan bu
mekanlarda çalışan yok. Siz makinelere para atıyorsunuz ve yemeğiniz ısındıktan
sonra alıyorsunuz. Mantıklı aslında.
Şehirde biraz daha dolaştıktan sonra, akşama doğru Amsterdam’a kadar gelmişken bir caffeeshop’a girmeden olmaz deyip, kitabımızdaki önerine coffeeshop’lardan birisini bulup giriyoruz. Abraxas mekanın adı (merak edenler için http://amsterdam.abraxas.tv/). Abraxas Rokin Caddesi üzerinde, bir arayolda yer alıyor.
Gittiğimizde marijuanalı kek ve
joint denedik ama öncesinde tavsiye ederiz ki, alışık değilseniz garsona
söyleyin ki size hafif bir şeyler önersin. Gerçi bizimki de fazla hafif
kaçmıştı.
Daha sonraki durağımız Amsterdam’ın bir başka turist mıknatısı Red Light District oluyor. Türkçesi ile Kırmızı Fener Mahallesi, fuhuşun devlet eli ile kontrollü olarak serbest bırakıldığı bir bölge. Herkesin zaten bildiği şeyi, saklamamayı seçmiş adamlar. Gizli saklı olacağına halka açık olsun mantığı dürüstçe bir mantık aslında.
Sonraki gün sabah erkenden Anne
Frank’in Evi’ne gidiyoruz. Buraya özellikle erken gelmeniz lazım çünkü
inanılmaz uzun bir sıra sizi bekliyor olacak. Bir gün öncesinden biz o sırayı
gördüğünüzden hazırlıklı gittik ama yine de henüz müze açılmadan orada
olduğumuz halde aşağıdaki kuyrukla karşılaşıyoruz.
ve arkamız...
Anne Frank’ın Evi’nde fotoğraf
çekmek yasak, biz bir iki tane çektik yine de çaktırmadan ama daha detaylı
fotoğraflar için http://www.annefrank.org/ sitesini ziyaret
edebilirsiniz.
Bu kız çocuğunu meşhur eden ise
günlükleri. Anne Frank 1929 yılında Almanya bir Yahudi kızı olarak doğmuş, daha
sonra Amsterdam’a gelmişler ve Amsterdam’ın Nazi’ler tarafından işgal
edilmesinin ardından aile toplama kampına gönderilmemek için Anne’nin babasının
işyerinde yaptığı, bir kitaplığın arkasındaki gizli odalarda saklanmışlar.
Dört kişilik aile ve yakın
dostlarından dört kişi daha olmak üzere toplam sekiz kişi bu gizli evde 2 yıl
gizlenmiş. Bu sürede Anne Frank’da günlüklerini tutmaya başlamış (Bu arada Anne
Frank o dönemde henüz 13 yaşında olmasına rağmen, cümlelerindeki derinlik ve
kullandığı dil gerçekten yaşının çok çok üstünde). Bu süre zarfında da
yakınlarından üç kişi onlara dönem dönem yiyecek getirerek onlara yardım eder.
İki yılın sonunda halen kim olduğu bilinmeyen birisi Nazilere gizli evi ihbar
etmiş ve bu nedenle saklanan aile tutuklanarak toplama kamplarına
gönderilmişler. Anne Frank ve ablası Margot Bergen-Belsen toplama kampında
tifüsten ölürler. Anne, Almanya savaşı kaybetmeden sadece iki hafta önce ölür
ve savaşın bittiğini göremez. Evdeki sekiz kişiden sadece babaları Otto Frank
kurtulur ve Anne’nin günlüklerini yıllar sonra kitap haline getirterek
bastırır.
II.Dünya Savaşı ve faşizmin
insanlığa ve vicdana olan işkencesini en güzel anlatan kitaplardan birisi olan
günlükler tüm dünyada 60 dile çevrilmiş ve en çok satan kitaplardan birisi
olmuş. Kitaptan çok kısa bir alıntı yapmak istedim…
“20 Haziran 1942
Cumartesi
Hatıra defteri
tutmak benim gibi biri için tuhaf bir duygu. Yalnızca daha önce hiç
yazmadığımdan değil. İleride ben de dahil hiç kimse on üç yaşında bir kızın
içinden geçenlerle ilgilenmeyecekmiş gibi geliyor. Ama aslında bunun hiçbir
önemi yok, ben yazmak ve daha da önemlisi kalbimden geçen bir sürü şeyi ortaya
dökmek istiyorum.”
Anne Frank’ın evinden çıktıktan
sonra insan olduğumuz için ruhumuza oturan sıkıntıyı atmak için yürüyoruz
biraz. Bu arada Amsterdam’da her yerde bisiklet göreceksiniz. 800 bin kişilik
şehirde 1 milyon adet bisiklet bulunuyormuş.
Müzeler bölgesine gerçek anlamda uğrayamadığımız için o yönde doğru gezerek yürüyoruz. Amsterdam güzel havada yürümesi çok zevkli bir şehir. Köprüler üzerinden geçmek, geçen tekneleri izlemek gerçekten çok keyifli.
Müzeler bölgesine asıl adını
veren Rijksmuseum ve Van Gogh Müzesinin bu bölgede bulunması ama havanın
inanılmaz güzelliğine kanıp biz müzelere girmek yerine şehri gezmeyi tercih
ettik. Bu nedenle şehrin gezi parkı olan Vondel Park’a gittik.
Şehrin merkezinde uçsuz bucaksız
bir park, Amsterdam halkının kaçış yeri olmuş sanki burası. Hayatlarına bir
mola vermek için buradaki sakinliğe koşup gelmişler.
Vondel Park’tan sonra şehirde son
bir tur atıp akşama kadar her yeri şöyle bir tekrar görüp evimize dönmek üzere
tren garına gidiyoruz. Amsterdam’a ikinci kez gider misin derseniz;
Kesinlikle evet!!
Amsterdam’da
Ne Yapılır
-Tekne turuna mutlaka katılın,
nehir kenarında göreceğiniz tekne evlerde yaşamak nasıl olurdu hayal edin,
-Bir coffeeshopta daha önce denemediğiniz bir şeyler
deneyin,
-Waterlooplein Bit Pazarında
dolaşın
-Umumi tuvaletleri deneyin, ama
fazla umumi
-Mutlaka peynir alın, özellikle gouda, çeşitlerden tadıp en beğendiklerinden alın. MUTLAKA!
-Sexmuseum’a girin, resimlerini paylaşamıyorum ama eğlenceli, özellikle Red Light Street’in tarihini anlatan kısım,
-Mümkünse kalmak amaçlı, değilse
günübirlik Brugge’e gidin,
-Anne Frank Müzesini mutlaka
gezin