29 Mart 2013 tarihinde, Portekiz gezimizden Türkiye’ye dönüp hemen Lyon’a doğru yola çıktık. Portekiz gezimizi henüz sayfamızda yayınlamadık ama önümüzdeki günlerde yayınlayacağımızı da buradan belirtelim. İstanbul’dan THY’nin tarifeli uçağı ile Lyon’a doğru yola çıkıyoruz. Şehri en başta havaalanının adı için seviyorum; Saint-Exupery. Bence dünyanın en güzel ve saf kitaplarından birisi olan Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupery’nin doğum yeri olan şehir havaalanına da aynı zamanda pilot olan yazarın adını vermiş. 3 saatlik uçuştan sonra öğleden sonra havaalanına iniyoruz. Gümrükte şehirle ilgili yaşadığımız tek sıkıntıyı yaşıyoruz; Fransız polisinin kaba tavrı canımızı sıkıyor. Gümrükten geçtikten sonra metro ile şehir merkezine geliyoruz. Şehir, Fransız iş dünyasının en önemli şehirlerinden ve Fransız gastronomisinin merkezi. Lyon’da şehrin tarihi bölümü Saone nehrinin hemen yanında yer aldığı için bu bölgeye yakın bir otelde kalmakta fayda var. Bizim otelimizin yeri de Zeynep’in yoğun çalışmaları sayesinde çok çok iyi bir yerde. Saone nehrine 1-2 dakika mesafede ve Saone ve Rhone nehirlerinin arasında kalan bölgede yer alıyor.
Otele yerleştiğimiz gibi hemen çıkıp Saone Nehri ve meşhur Notre Dame de Fourviere Bazilikasına doğru yürüyoruz. Saone Nehrini geçtiğiniz gibi zaten old-city kısmına yakınsınız, Fourviere Bazilikasının bulunduğu tepenin hemen ayağında eski kent yer alıyor. Arnavut kaldırımlı daracık yolları ve sıra sıra dükkanları ile şehrin bu kısmı çok güzel. Lyon daha önce de yazdığım gibi bir gastronomi şehri olduğundan yollarda “bouchon” adı verilen ufak restoranları her yerde görmek mümkün. Mutlaka birisine girip yemek yemelisiniz, pişman olmazsınız.
Hava kapalı olmasına rağmen yağmur yağmıyor şansımıza. Eski kentin içine doğru ilerliyor ve nehrin hemen yanında yer alan St.Jean Katedraline geliyoruz. Katedral Avrupa’nın en sakin meydanlarından birisi olan Bellecour Meydanı’nda yer alıyor. Meydanda XIV. Louis heykelinin tam karşısındaki katedral bembeyaz ve ihtişamlı ama önündeyken bile hemen arkamızdaki tepede yer alan Notre Dame de Fourviere’nin gölgesinde kalıyor. Kilisenin içi dışından da gotik, resimler, heykeller ve kilise içindeki detaylar gerçekten etkileyi
ci.
Kiliseden çıktıktan sonra füniküler benzeri bir raylı sistemle tepeye doğru çıkıyoruz.
Notre Dame de Fourviere tüm şehrin üstünde Olympos’taki tanrıların Atina’ya baktığı gibi Lyon’a bakıyor. Rengarenk ve gösterişli bazilikanın içinde en sevdiğim detay sütunların tepesinde yer alan ve sütunların yüzlerini oluşturan aziz heykelleri oluyor. Binanın her yerinden bir detay fışkırıyor. İnsan hiç sıkılmadan sadece detaylarla inceleyerek iki gününü geçirebilir burada. Havanın iyice kararmış olması nedeniyle buradan ayrılıp tekrar eski kent kısmına indik. Dar sokaklarda dolaşırken iyice acıktığımızdan bir bouchon’u gözümüze kestirip girdik ve sonra iyi ki de buraya girmişiz dedik doğrusu.
Gerçekten çok lezzetli yemekleri, güzel yüzlü garsonu ve aşçısıyla
mutlaka öneriyoruz burasını. Mekanın adı Le Vieux Lyon ve adındaki gibi eski
kentin hemen merkezinde, ana cadde üzerinde yer alıyor. 8-10 masanın olduğu
mekanda bizden başka 3-4 masa daha oturuyor. Duvarlarda yer alan retro
posterler ortama farklı bir hava katıyor. Ben yıllardır çok merak ettiğim için
ilk olarak salyangoz siparişi veriyorum.
Salyangoz tamamen temizlenmiş halde, halen sıcak, ufak ufak haznelerden
oluşan değişik bir tabakta geliyor. Her haznede bir salyangoz yağ ve soslar
içinde pişirilmiş. Tadı beklediğimden de güzel, hatta Zeynep de iki tane yiyor.
Buraya giderseniz aklınızda olsun mutlaka deneyin. Bir şişe kırmızı şarap ve
yemekleri sipariş ediyoruz. Ben adını hiç duymadığım bir yemek ve Zeynep de
biftek söylüyor.
Garson biz beklerken birer bardak şarap getiriyor ve biz hayatımızdaki en güzel şarabı içiyoruz orada. Garsona sorduğumuzda kadehe önce 1/3 oranında böğürtlen şurubu 2/3 kırmızı şarap koyduğunu söylüyor ve göstermek için masamıza getiriyor şişeleri de. Her ne kadar ikisinden de alıp ülkemize götürmek istesek de sırt çantası ile geldiğimizden yanımıza alamıyoruz ama ülkemizde böğürtlen şurubu buluruz asıl zor olan iyi ev şarabı bulmak. Benim seçtiğim yemek soslu, açık renkli bir sosis geliyor.
Sosisin içinde farklı
olarak işkembe parçaları da bulunuyor. Çok değişik ve oldukça lezzetli bir
yemek yiyorum. Zeynep’in bifteği ise iyi pişmiş ve yanındaki patates püresi
oldukça güzel. Tatlı olarak da tart yiyoruz. Yemekleri ne kadar beğendiğimizi
söyleyince göbekli bir aşçı çıkıyor mutfaktan, her ne kadar İngilizce
bilmediklerinden garson ve aşçıyla anlaşamasak da çok seviyoruz onları. Bizim
Türk olduğumuzu öğrenince o çok beğendiğimiz böğürtlen şuruplu şaraptan birer
bardak daha ikram ediyorlar. Daha sonra otelimize yakın bir pubta tekrar oturup
otele geçmeden birer bira daha içiyoruz. Ertesi gün sabah erkenden Notre Dame
de Fourviere Bazilikasına gitmek üzere kalktık.
Bazilikaya gitmeden
bizim de uğradığımız Bartholdi Çeşmesi mutlaka görülmesi gereken yerlerden.
Dört atın bağlı olduğu bir arabayı süren kadın heykeli. Daha sonra Bellecour
Meydanı’na iniyoruz. XIV. Louis Heykeli’nin bulunduğu meydan çok büyük, tozlu
ve tenha. Pek vaktiniz yoksa benim fikrimce gitmeye değmez. Eski kente doğru giderken
yol üzerinde bir pazara uğrayıp çeşit çeşit peynir ve zeytinleri görüyoruz.
Avrupa’nın neresinde olursa olsun pazarlar gerçekten gezilmesi gereken yerler.
Eski kentin içinde
uğramanız gereken farklı bir yerin adı da Mandragore. Aslında burası bir dükkan
ve ortaçağa ait zırhlar, kıyafetler, takılar, hediyelikler satıyorlar. Eski
kentte mutlaka uğramanız gereken bir diğer durak ise Minyatür ve Sinema Müzesi
(MuséeMiniature et Cinéma). Sinemanın mucidi Lumiere Kardeşlerin evi olan bu şehirde
sinema müzesinin bulunması da bir sürpriz değil elbette.
Müze, isminden de
anlaşılacağı gibi iki kısımdan oluşuyor. Müzeye ilk olarak sinema bölümünden
başlıyorsunuz. Aslında tema sinemadan çok görsel efektler. Müzede en güzel
bölüm en başta sizi karşılayan “Koku” filminin sahnelerinin gösterildiği bölüm
oluyor. PatrickSüskind’in kitabını yıllar önce okuyup çok beğenmeme rağmen
sinema filmi benim için tam bir hayal kırıklığıydı ama sizi filmin içine sokan
bu odalar inanılmaz etkileyici. Sahne sizi sadece görsel olarak değil koku
olarak da içine alıyor zira odanın köşesine yığılmış güllerden heryere koku
yayılıyor. Gerçekten orada o sahnede, kitabın kahramanının olduğu yerdesiniz.
Hatta bir sonraki odada yerde sargı bezlerine sarılmış bir cesedin olduğu
cinayet sahnesini de görüyorsunuz. Sadece koku filmine ayrılmış bu şekilde 4-5
oda geziyoruz.
Sonraki odalarda
filmlerde kullanılan kıyafetleri görüyorsunuz. Yandaki resimlerde Gladiator filminde kullanılan kıyafetleri görüyorsunuz. Aşağıda da sinema bölümünden bazı resimler size müze ile fikir verebilir.
Ardından müzenin minyatür kısmı başlıyor. Ufacık bir kutuya sığdırılmış dünyalar…Her an ufacık kapısı açılıp içeriye insan girecekmiş gibi gerçek duran odalar, restoranlar, berberler, dükkanlar. Minyatür odaların ne kadar küçük olduğunu görebilmeniz için cama elimizi koyup da resim çektik.
Düşünebiliyor musunuz
burası ufacık bir minyatür oda ve bu odalardan onlarca var.
Şehirde mutlaka
uğranılması gereken ve bizim de uğradığımız bir diğer yer ise şehrin bir başka
alametifarikası olan kuklaları için açılmış olan Kukla Müzesi oluyor.
Lyon’daki son günümüzde
son yemeğimiz için hiç yemediğim bir şey yemek istiyorum ve bir bouchona girip
kaz ciğeri sipariş ediyorum. Tadı biraz ağır ve yağlı ama mutlaka denenmesi
gereken bir yemek.
Daha sonra sonunda
Notre Dame de Fourviere’ye çıkıyoruz. Kilisenin bir kubbesi üzerinde altın
renginde bir Meryem Ana şehri izliyor diğer bir kubbenin üzerinde ise Cebrail
bir ejderhayı öldürüyor.
Kiliseyi tekrar iyice
gezip, kilisenin önündeki terasta yandaki resimdeki manzarayı izleyip çay
içiyoruz. Yavaş yavaş havaalanına doğru yollanırken bir şeyden eminim ki Lyon'da iki şeyi özleyeceğim; şarabını ve yemeklerini…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder